31 Aralık 2014 Çarşamba

“İşçinin Varlık Probleminden”, Ontolojik (Etnografik) Probleme Geçebilmek

Demet Şahende Dinler: İşçinin Varlık Problemi, Metis/Ekim 2014


Demet Ş. Dinler’in 2007-2011 yılları arasında sokakla yakın bir bağ kuran ve onlarında neredeyse işsiz-işçi (bu kitapta işçilerin deneyimlerinde de geçtiği üzere onlara tuhaf tuhaf bakanların hatta “apartmanın bilmem kaçıncı katından bağıranların”) kategorisinde görülebilecek konumlarına ilişkin “teknik-takib”e aldığı “geri dönüşüm işçilerine” dair veriler ve o verilerin huzursuzluğu üzerinden işlenen ve kendilerinin bütün bunları “..... denemesi” olarak adlandıracak güçsüzlükte hissetmesine yol açan kitab-denemesi “İşçinin Varlık Problemi”, Metis Yayınlarından “taze çıktı” kategorisinin ilk numalarında yer alıyor; (Ekim 2014). Kitap mevzuunun kendi huzursuzluğunu taşıyan bir başlığı y(t)aşıyor. Kitabın kendi huzursuzluğu toplumsal yaşamı anlamaya çalışan, hatta mecburen kimi kimi yorumlama görevi bile düşen sosyal bilimcilerin karşılaştıklarını, bunun olası kazanç ve yıkımlarını, en çok da duygusal yıkımlarını konu ediyor, hatta “düşün idmanı”nı sürekli yapan bir insan için mevzuu da ediyor. Ama mesele hiçbir vakit bu kitaptaki verilerle-olaylarla, akışlarla karşılaşmakla veya çok uzaklardan ama tam da okur olarak okumakla/hissetmekle bitmiyor, daha çok başlıyor, ürüyor, yeniden ürüyor. Kendi ayaklarında yükselmeye başlıyor en çok da. Öğrenme nedir ve bu öğrenmeye dair “hissi kalbe vuku” bulan şey, neyi düşünme-”düşünce idmanı” yapmaktadır, kalıyor, geriye, en çok da ileriye; bütün bunları okur olarak okuduktan sonra. Orası güzel bir sığınak, biraz içine girelim isterim.

Peki kitabı okumaktan çok, bu kitabı okumak “ne gibi bir görev verir bize” gibi kendisini bize yaslayan yer yer toslayan bir soru sormak bizi endişelendirmesin mi? Endişelendirdi, kafamızda yumurtalar kırdı, kimisi çok pişti, kimisi az pişti. Çok pişen ve az pişen yumurtalarla/sorularla veya bu kitabı okuduktan sonra sorulan sorulardan -en (gayri) ciddi- olanıyla başlayalım. Bu kitabı okumak ne demektir veya niçin okuruz? Bunu göğüsleyebilecek bir nesnelliğe sahipsek kitap bir süre sonraya sadece okunmuş olarak kalıyor, en fazla. Bu kitabı sosyal bilimsel bir alan içinde okuyan bir akademisyen mesela en çok da bu kitabı okuduğundan sonraya sadece okumuş olarak kalacak, zaten bilir ki “aşağı yukarı düzen böyle gitmektedir”, demek üzere olacaktır, nesnelliği var ne de olsa, demek düşer biz okur-öğrenciye. Sosyal Bilim öğrencisi içinse, özellikle Sosyoloji bölümlerinde okutulan derslerden geçen “kaynakça”, “ders anlatmak”, “yöntem”, “sınav”, “sunum” ve vesair tekniklerinin hepsini birden göğüsleyebilecek bir dersi, tedricen öğrenime dair bir ders veriyor. Bizce bu çok pişen yumurtalardan olan asıl mahiyet burada/burasındadır. Öğrenime dair, ‘tedrici bir öğrenime dair en çok da ne öğrenir bir öğrenci’ sorusunun yağmurlu gününde açılan şemsiye en çok da bu gibi sorular üzerinden korunacak/kollanacaktır. Bu okur denilen sözcüğün, “ne halta” yaradığını bu kitap üzerinden ayrımlaştırmak mümkün, bütün bunları (yumurtaları işte) kafamızda kırmaya başladığımızda/yazmaya başlayınca en çok da bu benim aklımı çeldi, aklımı yeldi-aldı. Kitap okuma eylemine müşahhas bir değer atfeden bu okur hattında yollar nedir, ayrımlar nerededir’i evvela çok pişenleri/yumurtaları/soruları servis edeyim istedim. Başlıkla birlikte düşünürsek, öğrencinin/akademisyenin varlık probleminden nasıl ontolojik/(etnolojik) problemine geçebiliriz’di, düşünmek üzere olduğum ve aslında “kitabı tanıtmak” isteğimde “dur dur, bu da var” diye kaşını çatan mevzuu budur. Bu bir yerde dursun, zaten varlıkta hatta kuramsal çatışmayı adlandıran ontoloji de ne yapıp edip bir yerde durur, durmak üzredir…

Yazarında aklını çeldiği, bizimde az gidip uz gitmemizle uzun süredir aklımızı çelen ama nasıl anlatılması gerektiği konusunda müfreze birliklerimizi henüz toparlayamadığımız duygusal serüven, duygusal yakınlık, uzaklık-bağ/ağ veya daha çok Bourdieucü bir hattın sağını solunu kolaçan ederken tesadüfen duygusal sermaye kavramının başımızı döndürdüğü (ama ondan da çok önce Spinoza ve Ulus Baker’in düşünceleriyle haşır neşir olurken, ama gene asıl olarak bu da değil, kendi eksikliğimizi adlandırma uğraşına düştüğümüz bu derin sevdadır) bir hatta, işçinin de varlığını daha daha gidimsel bir sözcükle duygusunu nasıl üretebildiğini soruyor. Akademisyenden/profesörden farklı olarak bir işçi, göz göre göre diğer sermaye türlerinin düşüklüğünü de hesap edebilirsekse/göze aldığımızda (- ekonomik sermaye ve - kültürel sermaye) duygusal sermayesini üretebilir mi ki? Asıl soru bu, kitapta yolculuğu yapılan soru farklı bir açıdan bu hattı takip ediyor gibi. Onca verinin hır güründen basit veya tedrici olarak soru sormak ne de olsa kolay bir süreç bir “okur” için, biz hem kitaba dair bir tanıtım hem de duygusal sermayenin üretimi konusunda mesleksel olarak düzenlenmiş kuralları, duyguları, yatkınlıkları vesair vesair sözcüklerle düzenlenmiş işlergerçeklikle birlikte düşünmeyi öneriyoruz. İşçinin duygusal sermayesini üretmesi, üretebilmesi çeşitli ve farklılaşan ama çokça da adlandırıldığı gibi “neredeyse hiç olmayan” sermayesini üretmesi diğer sermayelerinin ortak bir havuzda yıkanmasıyla olacak bir iş gibi durmasına karşın, kültürel sermayesinin güçlü, ekonomik sermayesi görece zayıf olduğu akademisyen/profesörün veya görece kültürel sermayesinin zayıf ama ekonomik sermayesinin çok güçlü olduğu “iş adamının” duygusal sermayesini, bu anlamda yaşamı olası bir kopukluk veya heyecanında nasıl kullandığına dair işçiyle karşılaştırabilmektir. Bu bağlamda “Ali Ağaoğlu kendi sermayesine bağlı olarak duygusal sermayesini nasıl üretir” gibi çarçabuk-biçimsiz bir soru yerine, mesleksel olarak ve yerleşikleşmiş, kimi kimi kült olarak adlandırılması gereken adap biçimlerinde mesleksel üretim nasıl gerçekleşiyor, buna bağlı olarak üretime dair üretken koşullar nasıl bir uzama sahiptir. Daha (belki de) açık olarak insanın bir mesleki kategoriyle özdeşleşmesinin ürettiği/tükettiği nedir, biri için burada veya şuradayken bir başka mesleki kategori için “nerededir” sorusudur. Mimarın bir müzisyenden, ressamdan farklı olarak ürettiği uzam nedir? Bu her iki sermaye türünden göz göre göre ama görece yoksun işçi duygusal sermayesini nasıl kullanabilir ve bu kullanım ne kadar uzaklara gidebilirdir? Kitap buna dair sorular sormama çok daha fazla yardımcı oldu. Ama bizatihi kendi yapıp-etme, etnografik telaşa düşme eksikliğimden ötürü burada kesintiye uğruyor. Ama kitabın bu tür soruları çok daha canlı tuttuğunu düşünmekteyim. Bu bağlamda işçilere “kaykay yapmasını” öneren, yazı yazmayla yakın bir bağı olanlara “şiirler-yazılar yazmasını” isteyen yazar/araştırmacı/etnolog Demet Dinler kitapta bunlara gücü yettiğince de yer veriyor. 
Kitap umudu ve iyimserliği kuvvetlendirdiği kadar kötümserliği, dümenimizin önüne aniden çıkıveren “battal kütle”yi de çıkarıyor, zaten arka kapak tanıtım yazısında kitabın neyi bahis ettiği çok şık anlatılmış, orada yazan şeyleri bir okur olarak biz de hissettik. His denilen mesele bir süre daha aklımızı çelecek, ama bilginin donukluğundan, neşeli veya hüzünlü suratındansa hissin yıkımı, çalımı, kazancı daha evladır. Etnografi en çok bunu öğretir, deneyimi ve ondan sonra idare etmek zorunda kaldığımız denetimi...Bu kitabı okuduktan sonra yediğim yumurtalar böyledir, bu yönde kendisini kırdırmıştır...Yazara şükran borçludur.

29 Aralık 2014 Pazartesi

“Haw”ın Kendiyle/Şehriyle Münasebeti Müşahedeli Bir Yaşam-Kitap


140121165500.jpg
Kemal Varol - Haw, İletişim, Ocak 2014
Gecikerek okuduğum bir kitabın şaşılası yanını (Ocak 2014/Nisan 2014 ve yeni 3.baskı Aralık 2014), "uçkurunu" anlatmak bir okur-borcudur. Bunu hangi sebeple yapayım sorusuna bir cevap aranmadan, kış mevsiminin çetin olduğu, dışarıdaki soğukluğun içeride sıcağa eritildiği bir sobanın kenarındaki koltukların birinde oturarak (aslında bunun asıl mahiyeti bir minderin üstünde oturmaktır da, neyse!), sobanın üzerindeki yemek veya güğümlerin içinden kaynamış su olduğunu duyuran çoğul bir sessizlikte yapılır, hiç alışılmadık şey varlığın tedirginliğinde sessizliktir: en çok da modern zamanların aksine alışılmadık şey sessizliktir/veya sessizlik alışılmadıktır; başka bir bahisle çoğul değildir. “Su kenarı yalnızlığı”? [Turgut Uyar] Sonra üzerinde oturduğum/ortam sözcüğünün altında, kitapta yolculuğu yapılan ama bir süre sonra da farklı bir duraktan bir okur olarak benimde bineceğim bir yolculuk hayaliyle yapılır. Bir kitap, bu gibi saiklerle okunur en çok da. Bir kitap en çok da kendi biriktirdiklerini taşıyıp taşıyıp bu sobanın yanına bırakmasıyla da okunur, neşeyle veya “öğrenilmiş çaresizliğin” keyfiyle okunur; en çok da keyifli bir hüzünle okunur. Bu öğrenilmiş çaresizlik/romanında “Haw”ın maksadı yaşayıp giden, dolanıp duran bir şehirliyi, mecburi bir seyyariye sahibinin/köpeğin gözünden, zaruretinden ve kıymetinden, anlatmasından geçer. Dolanıp duran gündelik çoğunluğun/seyyariye bir çoğunluğun anlatısı, belki de hiç olmayan bir çoğunluğun nasıl üretildiğinin anlatımı vardır Haw’da. Çokluğu ve onunla terk edilmişlik anlatılır Haw’da. Bir şehri şehrin kendi gözünden, gündüzünün ayrı gecesinin ayrı, kendi yazgısının apayrı olduğu anlatılır. En çok şehir anlatılır, maksatlı-yazgılı bir şehir. Ve şehre özgü seyyariye hikayeler anlatılır. Şehrin karanlık çoğunluğunun müdavimi olan köpek anlatılır, ama bir insan gibi, insanın gözünden. 

Gene insanın kendi “öğrenilmiş çaresizliğinden” anlatılır. Bu öğrenilmiş çaresizlik hattının bilgiyle çetin bir mübadelesi ve yer yer müşahedesi söz konusudur. Gecenin, geceliği/gündeliği olarak “Dışarıdaki gece” veya “barınaktaki gece” nasılda birbirlerinden ilgisiz bir gündeliktir öyle. Sonra burayı kolaçan eden zaman kavramının geriye veya ileriye “fırlatılmışlığı” da bu içerisi ve dışarısını ayrılaştırıp/aynılaştırmasına dair hünerde gizlenir, dışarıdaki soğuk içerideki sıcakla eritilir, geçmiş ileriye bakan bir soğukkanlılıkla eritilir: Zaman çok garip bir şeydir. Geriye doğru sayıldığında başka, ileriye doğru saydığında başka geçer. Tam bu aralığın anlatımı vardır Haw’da: peki, şimdi denilen olay mahallinde neler oluyor, oraya “bilir kişi” olarak intikal etmeden önce yaptığımız/kontrol edemediklerimiz: bizim dışımızdaki ama üzerimizdeki şimdi’nin “sarandünyası” nedir? Şimdi ve burada olmanın öğrettiğiyle/memnuniyetiyle, şimdi ve burada olmamamın memnuniyeti?
Bir köpeğin kendi hır güründen/harala gürelesinden “toplumsal eşitsizliği” de anlarız, (ki Bryan Turner, bütün sosyolojik çalışmaların eşitlik/eşitsizliğin gözetimi olduğunu söyler.) ne de irkildim şu bahis karşısında Öyle kolay değildi başkasının çöplüğünde eşinmek. Sonra, Yoksulların çöpü az olurdu çünkü’ye varana kadar boşluğu hissederiz. Köpeğin hafızası var mıdır bilmem, ama hafızayı boşluk olarak kuran ve dolayısıyla boşluğun ürpertisini, tekinsizliğini hissedenin garip bir hafızası olduğunu hissederim, bilirim, kurgularım kendimce. Bu yüklübahisle “Haw” olanı biteni bir köpeğin harala gürelesinden anlatmak gibi hınzır bir fikrin tertibatıyla kurulmuş, bu bile onu güzel ve sözü edilesi yapıyor. Haw belli bir mesafe kat edince toplumsal eşitsizliğin raslantısal olmadığını da gösteriyor gibi, bilinidir/basılıdır: dünyaya hep aynı açıdan bakmış olmanın bıkkınlığıyla, diye devam eden varlığı çekiştirmek, iyiye işaret değil midir ki?

Toplumsal emeğin/kolon emek taşıyıcısı olan işçinin, kendi boşluğu olan işsizlikteki hafızalı bakışı her dükkana, her alımlama nesnesine kalımlı selamını bırakabileceğini gene hissederimdir. Hissetmesem bile ileriye doğru bir zamanın yelkenlisinde müşahede etme ihtimalim vardır. Bu istikamette bir ürpertiyi/zamansız ürpertiyi köpeğin kendi hırgüründen/harala gürelesinden müşahede ederiz bu kitabın açtığı/açma ihtimalinin oluştuğu istikamet boyunca. Bir kitap en çok da kendi mevsiminin meyvesi olan çiçeklerden çok, yaşama alışmayı, yaşam karşısında henüz az bilmişliğin iyi olduğunu öğretir. Kitap ilkokul/lise/hatta üniversite öğrencilerine denildiği gibi “iyi konuşmayı” öğretmez, iyi konuşamamayı öğretir. Ama bu kitap bütün bu okur-yazar hattının dışında buruk konuşmayı, ihtimali öğretir...Haw’da bunun hüzünlü varlığı çokçadır. Belki bir istek veya öneri kabilinden geçerse diye. Bütün bu hikayenin, aşamanın, hangi gözlemlerin, hangi dudak bükmelerin, hangi boşluk veya dolulukların ürünü olduğuna dair son kısımda sosyal bilimcilere yardımcı olacak ve de özellikle edebiyatı sosyal bilimsel bir mecra olarak müşahede edecek bir kaç randımanlı bilgi/abstract-özet olsa fena mı olur? Gerçi bunu yapmak bir noktada çok fazla açıklık anlamına da gelecek ya, olsun, bir düşünmek gerekir?



İnsan kendini mahcup hissediyor bu anlatı ve kitap karşısında. Evet, çoktandır ayırt etmekteyiz ki buradaki anlatı söylemsel bir anlatı değil, doğrudan sessizliğin çok sesliliğini anlatır. Sosyal bilimlerde kent-şehir çalışanlara açık bir davet, bir köpeğin kendi anlatısı, biraz da böyle bakabilmeyi öğrenebilmek için...

25 Aralık 2014 Perşembe

Edebiyatla Ne Yapabiliriz?

Aime James http://bit.ly/13H1ANG 
Bıraksalar bütün bir tarihi edebiyatla karşılayabilirim. İnsanın bulunulmuşluğunu sözcüklere yaslayarak anlatma hüneri ve kararlılığı gösteren edebiyat hem kendi içinde hem de kurgusu içinde bir olmaklık mücadelesine ait. Bütün bir tarihi edebiyatla anlatamayız ama bütün tarihsel olayları edebiyatla anlatabiliriz, bunun için tarihçi veya sosyolog olmaya gerek yoktur. Edebiyat kendi gür sesini kendi kurgusunda, kendi düşünde, kendi gerçekliğinde icat eder. Dolayısıyla tarihsel bir ahvâl olarak nesnesi, tarihsel olarak bulunulmuş, benim dedeleriminin “talebe” dedikleri benim ise “öğrenci” dediğim sözcüklerdir. Dedemin dedeleri “müteallim” diyordur belki de, onu henüz bilmiyorum. Bu başlı başına iyi bir şey, sözcüklerle anlatabiliriz tarihi, edebiyat zaten sözcüklerden kurulu bir köşe.
 
Talebe de diyebilirim, müteallim de diyebilirim, öğrenci de diyebilirim, bütün bunlar neyi düşündüğüm, neyi anlatmaya karar verdiğim noktada özgünce seçeceğim sözcükler olacak ve tabii bir öğrenci hikâyesini-kurgusunu anlatacağım bütün bu süreç boyunca, pekâlâ bu üç sözcüğü kullanabilirim, uzunca bir havuzun içindeyimde bir kuluç mesafesinde kenarlarda limonatam duruyor gibi. Bütün bir kolaylığı, eskiden mahallerde sıklıkla gezen, şimdiyse gene duymama rağmen oldukça azaldığını düşündüğüm “ovarlok yapılır, ovarlokçu ayağınıza geldi” mesleğinin alın teri olan cümlesini karşılayabilecek kadar yanıbaşımda. Edebiyatla bütün bu süreci kolaylaştırabilirim, sözgelimi ayağınıza geldi cümlesini bir saygı, itibar olarak görebilirim. Görmeyedebilirim, ama durup dururken ayağıma gelmiş oluyor ovarlokçu, “ne haddime” de diyebilirim, “ulan ne ayağıma gelmişsin işini gücünü satıyorsun işte” de diyebilirim. Ama ovarlokçunun burada edebiyat yaptığını söylemiyorum, herhangi bir sözcüğe görev yüklediğini söyleyebilirim, “ayağınıza geldi” sözcüğünü (iki sözcüğü bir bütün olarak düşünmek lazım bu kurguda) kendi mesleki kategorisinde rehin aldığını söyleyebilirim ancak. Peki bütün bunlar, bu süreç ne anlatıyor bize, ovarlokçunun “ayağınıza geldi” sözcüğü mahallelinin ayağına kadar geldiğini söylüyor, onlara hizmet için “ayağınıza geldim” diyor, ama kendi işini satabilmek için ayağınıza gitmesi gerekiyor, bütün bu düşünsel süreci düşünüyorum mesela, anlatmak için adayım, dikkatimi çekiyor, hem “ayağınıza geldim” diyor, saygı-itibar gösteriyor hem de malını satmaya çalışıyor. Her iki taraf içinde uygun sözcükler gibi, zor veya cebir yok ama bir kıvrım var, onu diyorum işte, edebiyat yapar. Ama bu kadar basit ve geçişterebileceğimiz kadar kolay değildir. Bize olduğu gibi anlatmaz, ‘ovarlokçu geldi, halılarınız-işleriniz için burada’ da diyebilirdi, tercih etmemiş demek ki dersem ikna olmayacağım, bunu daha iyi anlayabilmem için taktik ve pazarlamaya dair bir ufkum ve ilgim olması lazım. Mesela babamın veya bir ustanın yanında pazarlamayı, müşteriyle kurulan diyaloğu, “malını satmaya” dair taktikleri “fırlamalıkları” öğrenmem hatta “kapmam” lazım. İyi bir satıcı olmam için bütün bunları yapmam lazım, evde durup duruken “ovarlokçu ayağıma geldi”, hiçbirşey sınırlarıma girmemişken “ayağıma” gelen birileri dedim, edebiyat kitapları, roman, öykü, anı okuyorum epey süredir, ayağıma gelmesi tabii ki ilgimi çekmeye başladı artık, bütün bu ifade ve çerçevelenim sürecini düşünüyorum, düşünmek için adayım artık ne de olsa; “İki kitap okudun adam mı oldun” sorusuna muhatap olacak kadar kitap okudum artık, adayım. Ama belli ki buradan kendimce makul sonuçlara ulaşmam çok güç, başka şeylerlede ilgili olmam lazım, işlerin nasıl yürüdüğünü anlamam lazım, hiç kitap okumadan önce buna kafayı takmıyordum, o zamanda “ayağımıza geliyor”du, ama artık takmış bulunuyorum, ilgimi çekiyor bütün bu olup bitenler, artık bütün bu süreci anlamam lazım, bunların hepsi edebiyat kitapları okumakla başladı. Ama artık edebiyat yetmiyor, sosyoloji, psikoloji, felsefe, çok sonraları antropoloji, etimoloji, iktisat, tarih, vs hepsi ilgimi çekiyor, ancak onlarla bütün bu süreci anlayabilirim. Adaylık sürecini yeni yollar ve katmanlarla hızlandırıyorum artık. Katılım işlemlerine dair evraklar zihnimde hazırlanıyor.
 
Edebiyat olmadan onlara hemen geçemezdim diye düşünüyorum, edebiyat biraz daha yayılarak ve geniş bir ovadan düşünmeyi öğretiyor. Biraz estetik katıyor bütün bunlara. Ama bu estetik olayında etik olanı gözardı ettiğini de görebiliyoruz. Ama bütün o süreci çözmem gerekir mesela, burada etiğin mi yoksa estetiğin mi olduğunu, yoksa her ikisininde bulunma niteliği mi taşıdığını, hepsini anlamam lazım. Bütün olan biten uçurtmanın ipini tutan kişinin elinde, uçurtma havada, kendisi yerde, o zaman aynı sokaklardan geçmişiz diyebiliyorum. Aday süreci hızlandığı gibi, analiz sürecide hızlandı.
Burada sosyoloji diyecek ki, o adam ekmeğini çıkarmak için ayağınıza geldim diyor, sınıf ilişkilerini, stratejileri biliyor. Öte yandan zengin caddelerinde (ki onlar mahalle demezler artık, orası caddedir) ovarlokçunun dolaşıp dolaşmadığına, bu işi yapanların kimler olduğuna, bu işin müşteri ilişkilerine, tarihe, sayıya, hemen hemen bir çok olaya bakacak. Psikoloji diyecek ki bilinçaltıyla, “sübliminal” düzeyde top çeviriyor. Felsefe diyecek ki, bu işte bir şey var. İktisat “alın verin ekonomiye can verin” diyecek. Edebiyat ise bütün bu ilişkilerin nasıl adlandırılacağına dair bir kurgunun içinde, lafı bir düz bir terse çeviriyor, ama aynı zamanda itibarda gösteriyor, zorlamıyor.
 
Bütün bunları edebiyata yakın bir olay mahallinde düşündüm, oysa düşünce denilen evrensel sevk ve idare yönetiminin [ki bu baya bir mesafededir] kendi kurgusuyla girişebileceği bir işte aynı zamanda. Bütün bunları ayrıştırabilmem, anlayabilmem için edebiyat sevk ve idare yönetiminin, emir komut zincirinin satış elemanı olarak ovarlokçu karşımda, bütün ilgimi çeken, fikrimi harmanlayan şeylerle henüz kavrayamadım olup biteni. Edebiyat yetmiyor o zaman bütün bunları anlamaya gereğim çoktandır vardı, artık olayın ne olduğunu ayırt etmem gerekir, demek üzereyim, felsefe okumaya başlıyorum, Spinoza söz gelimi. Duygudan söz ediyor, edebiyata yakın bir alan, eyleme geçme kudreti [potentia agendi] gibi bir kavram öneriyor, neşe veya keyif bu kudreti arttırıyor, keder ise azaltıyor diyor Spinoza, ayağımıza gelmiş olmasına keyiflendim, ama param olmadığı için kederlenmeye müsaitim. Ayrıca, ya da keyfimi kaçıran bir sesle bağırıyor ovarlokçu. Ya da, daha önce ovarlokçularla karşılaşmalarım oldu, tekinsiz insanlar diyorum, güvenim yok onlara Bütün herşey durup dururken etki alanıma girdi diyor Spinoza bu olayda, ne gerek vardı bütün bunlara. Param olmadığı için iştahım, keyfim, eyleme geçme kudretim azaldı, ama buna rağmen ovarlokçu ayağınza geldim dediği için de eyleme geçme kudretim, keyfim arttı. Olay kendisini biraz daha açık edebilmesi için “ensesini gene karartıyor” felsefenin tam olarak “bir dahası”na olan merak gibi, “bu işte bir şey var”ı sorma kudretine en çok bu alan sahip. Benim muhitime yerleşmiş, birer mahalleli olarak önceleri cam işçiliği yapan koskoca Spinoza bu olaya çözüm bulamadı, kendimce bir yere koyamadım. Edebiyat ve felsefeden sonra sosyolojiye bakmam lazım, ora ne söylüyor diye. Sosyolojide Bourdieu diyorum, hem ovarlokçunun onların evinin oradanda geçmesi mümkün bir isim, ailesi Fransa’nın güneyinden, babasının önce çiftçi sonra memur olduğu BEARN’den ama aynı zamanda ülkenin en iyi okulundan. Diyecek ki senin habitusun bütün bu karmaşıklığa müsait, dolayısıyla senin habitusun bütün bu süreç boyunca meşgul olmaya, kontrpiyede kalmaya müsait, işin içinden çıkamazsın, ya görmezden geleceksin ya da maruz kalacaksın, görmezden gelemezsin çünkü senin evinin yanından geçiyor, senin habitusunla ortak ve ilgili. Şikayet de edemezsin, insan benzerini nasıl şikayet etsin, aynı ortak özelliklere sahipsiniz. Sen diyor, öyle bir alanın içindesin ki buna maruz kalmak zorundasın, ilgi göstermek zorundasın, çünkü bir gün o’da olmayacak. Ekonomi de diyecek ki, sizi kentsel dönüşüme tabii tutalım buradan kurtulun, sizi lüks 8 katlı apartman dairesine yerleştirelim, dolayısıyla “alın verin ekonomiye can verin” ya da. Ekonomi bu anlamda Bourdieu’nün iç geçirme problemini destekleyecek müşterisinin gözünde. Psikoloji diyecek ki sizi birkaç seansa tabi tutalım, bakalım neymiş bu problem. Ve olayları şaşırarak izleyecek.
 
Edebiyat okumasaydım bütün herşeyi kendimce kurgulayamayacaktım, dolasıyla öğrenci diyecektim, müteallim veya talebeye ne gerek var demiş olacaktım. Oysa ki artık her iki sözcüğü de biliyorum, bunlarla bir şey anlatabilirdim ama ovarlokçu durup dururken “ayağıma geldi”, ne haddime dedim, niye dedim, felsefeye gittim, oradan bulamadım sosyolojiye gittim, oradan bulamadım, ekonomiye gittim. Olay yerinde cereyan eden herşeyi yokladım ama başlangıcı edebiyat yaptı, “ayağınıza geldim” diyerek itibar gösterdi, “adam yerine” koydu beni, ama malını satmanın derdinde bir o kadarda…bunu “iki kitap okudun da profesör mü oldun” sorusunun muhatabı olduğumdan önce merak ettim.

Bütün bunları hafızamda kurgulayabilmem için öyle veya böyle bir edebi meşgaleye sahip olmam lazım. En önemlisi de bütün bunları kendimce, kendi zihnimde kurguluyorum, kimse bulaşmamış, kimse dayatmada bulunmuyor, ders, not hiçbiri yok, bir süre sonra bunları anlatabilirim, kendi zihnimdeki kurguyla, mesela ovarlokçunun yanında satış yaparken küçük oğlunu bulundurduğunu, evinde kirada oturduğunu, adamın küçükken babasının öldüğünü, karısının evini terk ettiğini falan, ondan öncede çok uzak yerlerden buraya 14 yıl kadar önce geldiğini kurgulayabilirim. Büyük oğlu okulda çok başarılıda olabilir, ona babası “müteallim oğlum” da diyebilir. Kendimce zamanı üretiyorum bütün bu süreç boyunca, çocuğu başarılı yaptım, ama istiyorumda çok başarılı bir öğrenci olsun okulunda, ona bir isim veriyorum, mesela Olcay diyorum, ama gerçek ismi Osman. Çok sonraları hem iyi bir işveren olacak hem de iyi kitaplar yazacak, aynı zamanda babada olacak o çocuk. Yaşadığı zorlukları bildiğinden yoksul olanlara yardımcı olmaya özen gösterecek bu konuda ehemmiyetli sözler söyleyecek, başkaları onu dinleyecek. Zamanı üretiyorum, hem edebiyat yolu ile kendimin hem de Olcay’ın.
Hayat bu sebeple berdevam, edebiyat sayesinde…Kendimce cevabını, nitel anlamda edebiyatla bulabiliyorum, kendimce ama nicel anlamıyla diğer alanlarla ortaklaşarak bulabiliyorum, yetmiyor, “karpuzcu” geçiyor, ona da bakmam lazım… Bütün bunlardan münezzeh olarak illa birilerinin geçmesi gerekmiyor, bu niye böyle, ben niçin buradayım sorularına cevabı edebiyatla uzlaşarak verebiliriz. Cevap vermek edebiyatın işi değildir ya, bütün bir olayları anlatır edebiyat, olaylar seyir halinde gelişir, ama aynı zamanda temaşa edilir, yaşanır bütün bir olaylar. Bilmediğim, ilgimi çeken bir yaşamı edebiyatla anlayabilirim. Edebiyat kendi sınıf ilişkilerini kurduğu gibi sınıflar arası ilişkilerini de kurar. Herhangi bir meselenin bakış açısı olarak edebiyatı işe koşturmak, işin içine her daim estetiği, keyfi katmak demektir. Ama etik ve ahlaktan SOS vermemek kaydı ile yapmak lazım bütün bunları.
Edebiyatla bir öteye vardım, öteden memnun olmayıp beriye vardım, su başındayım, bir piknik yerinde veya, çocuğumu ilk kez okula kayıt ettirmek üzereyim. Sevincimi veya hüznümü çoğaltıyorum, paylaşarak yapıyorum bütün bunları… 

Zamanı zamanlararasılıkla düşünüyorum....

22 Aralık 2014 Pazartesi

HeyHayat: Aşk Bu Değil Yapma Güzel


Aynı otobüse binip, aynı yaş ve aynı durağın yolcusu olan iki kişinin otobüsün bütün bu aynılık içinde durduğu aynı durakta farklı yönleri izlemesinden başka da bir şey değildi henüz hayat, birbirlerinden farklı bir yöne hareket etme saiklerini nereden ve de kaç gün sonra becerebilmişti insan? Buna dair saikleri nasıl da üretmişti yıllar içinde. Aynı heyhayat durumu hocalık vasfı içinde geçerliydi. İyi bir hocanın kendisine dönüp durup, dolanıp durup ders verebilmesinden daha iyi bir hocalık olurmuydu ki? Onu üretebilmeye dair, hocalığın üretimine dair saiklerle uğraşmayan bir insan, hoca olabilir miydi, hem hoca bu esnada aynı otobüse öğrencilerini bindirip kimini aynı durakta birbirlerinden ilgisiz yönlere tahvil eden bir hocadan çok farklı duraklarda benzer öğrencileri benzer yönlere tavhil ettiren bir hoca da olabilirdi. Hangisinde en iyi dersi kendisine veren hoca rolü vardı? İkincisi benim hem aklımı hem de gönlümü çelen bir seyir olurdu. Heyhayat durumu her ikisinde de hem yolcu için hem de hoca için zamanı veya deneyimi güncellemekten başka da bir şey değildi sanki. 

...........bir yandan "aşk bu değil yapma güzel" diye bir Avni Anıl şarkısı çala-çalıyordu. 
Ve otobüs şu veya bu istikamet üzre seyrediyordu.



17 Aralık 2014 Çarşamba

Sözcüklerle Kavramlara Giden Yol, Denize Girdiğide Olurdu

symvisitor


Sözcüklerden kavramlara giden yol epey bir yol çeker, hem yollar son model araçların geçip gittiği bir yol değildir, çokça tozludur o yollar, bir köy yolu gibi, kıyıda köşede meskûn olmuş bir yazlığa gider gibidir o yollar. Veya bütün bir yol illa gidilmez, gelinirdi de, geçmişten veya şimdiden gelinirdi, gün batımıyla denizden çıkıp, tasını tarağını toparlayıp eve gitmek gibiydi. Gitmezsenizse varamazsınız o yollardan, yeni bir zamana eski zamana gitmek kadar teferruatlı bir meseledir o yolları gitmek. Ve yollar ne yapıp edilir gidilir, neşeyle veya keyifli ama en çok da bir arabanın içine doluşmuş on kadar kişiyle. Ses, gürültü, çanak çömlek sesleri, henüz o yollara girmeden önce başlardı tıngırdamaya. Yakın bir köyün bakkalından ekmek ve evden henüz bu tıngırtılı misafirliğe sirayet etmemiş bilumum eşyaların kontrolüde bu gibi bakkallarda akıl edilirdi, ekmek de olmasa onların bir mucibesi olmayacaktı. Nitekim ekmek, herşeyin kokusuna sirayet ediyordu böyle durumlarda, en çok da alın terinin sirayet ettiği durumları yaşamıştım, ama hepsi bir durumdan çok zorluktu bunların. Bir işçinin en keyifli olduğu anı çokça gözlemledim, çayını içmeye oturmak üzereyken gömleğinin cebinden çıkardığı Winston’du onun keyfi, keyifsizliğini keyfe çeviren az nesnelerden biriydi sigara, işçi için. Vakit eksilmiyordu o esnada, dolu doluydu, biraz patrona küfür, biraz iş sahibine küfür ediyordu, mühim işti şu keyifzaman. Çay saatleri sekmiyordu, önce on da oturulur, sonra öğleden sonra üçte tekrar. Çay işçinin vücuduna giden kuvvetti, hastanın vücudana giden ilaç neyse işçinin vücuduna giden çayda o işi görüyordu. Ama bakkaldan çıkalı epey olmuştu, bu esnada kimsenin elinde çay yoktu ama çocuklara has dondurma vardı.

Yolculuk sürmeye yüz tutarken henüz bir keyifzamanımız yoktu, meşgul bir zamandaydık, on küsur kişi ve bilumum ihiyaçla ve bakkaldan iki günlük ekmekle yolu boca etmeye, zamanı meşgul zamana çevirmeye devam ediyorduk. Küçük çocuklar, çocukluklarından olsa gerekti, meşgul zamanı keyifzamana çevirmiş dondurmalarını tellendiriyorlardı, bir işçi gibi. Zaman şuradan veya buradan bir birleşme halinden, başka neydi ki? Zaman sürümsüzdü, kendi icadını üretiyordu, onu izlemeyi ihmal etmeden. Bunlar diyordum, bütün bunlar, sözü çağıran, sözcükleri imleyen, kavramlara nazire yapan şeyler. Bütün bunları denizle yüzdürmek zorundaydım, denizle alıp veremediği ne varsa görsündü. Zamanı üreten bir kavramdan başka bir birleşmeyi henüz icat edemedi insanoğlu, cinsel birleşmelerinin dışında sözle bir araya geliyordu nitekim. Sözcüklerle bir araya gelebiliyorduk ama henüz kavramlarla bir araya gelme alışkanlığımız olmamıştı toplum olarak, meşgul ediyordu bütün bunlar zihnimi. Birleşme, değişim, dönüşüm, fırlatılmışlık, farkındalık, Bloch’lu “Umut İlkesi”to, Gramsci vari iyimserlik, zamanı mübadele etmek, zamanı üretmek, zamanı kolaçan etmek, düşünmekten hep daha toplumsal şeylerdi, düşünmek bu esnada avare bir adamın işiydi, kıyıda köşede kalmış bir adamın, sakallarını altı aydır kesmemiş bir adamın işi gibiydi düşünce, evli olamayanların işiydi. Bütün bunlar şarkıların nakarat bölümü gibiydi, ama görmezden geldikleri bir şey de olurdu, o evlisiz adam bir evi ancak heim diyerek, heim edinerek kurabilirdi, bu da sözcüklerle olurdu ancak, sakalda sözcüklerle cimanın bir terennümü gibiydi, bilinmiyordu bu tür şeyler, hele bir yazlıkta bilinmesi ağırlık oluşturacak, güneşin başa geçmesi kadar ağırlık oluşturacak şeylerdi. Yazlarda, yazlıklarda bunu dert etmiştim, kışlarda da dert ederdim bu durumları, ama niyeyse yazda bundan kaçmak daha da zordu, kışlığı ise ancak sözcüklerle kurabiliyordum, zihnimden, meşguliyetimden. Denize girmenin, kömürde güveç yemenin dışında çok vakit kalıyordu. Sözcüklerden kavramlara henüz yol almamıştık toplum olarak. Tavukları, kebapları yapmamızda üstümüze yoktu, kavramları pişirmeyi hâlen becerememiştik. Ben daha çok o kısımla meşgul oluyordum, mesela fırlatılmışlığın yanına bir parça dönüşüm koyduğun zaman (tabii şuanda kentsel veya yerinden dönüşüm gibi zırvalıklar değil) ne olacağını merak ediyordum, ha keza, özenin yanına sebatkarlığı, umudun yanına aklı, erkinliğin yanına özgünlüğü, zamanın yanında üretimi, fırlatılmışlığın yanına düşü, hepsine dair kafamda dolandırdığım birşeyler vardı o dönem, yazlık sürecinde de bunu arttırmayı denerdim. 

Neyse, hem yazlığa varmıştık, dondurmalar çoktan demini almıştı çocukların midelerinde. Yazlık görünüyordu, kendi çehresine eklenen onca sözcükle giydirilmiş bir aydınlık içinden. Arkasında dünyanın en güzel rengi görünüyordu, gökle birleşmiş, göğün yerdeki-ama aynı zamanda bir o kadarda havada olan rengin şubesi olan mavi, deniz…Denizi olmayan bir şehre hiç ait olamadım diye düşünürdüm, şöyle gece ve deniz ne mi lazım her düşüncenin işi olmalı diye geçirirdim. Zaten bütün bunlar sıkkınlığımında sebebiydi, deniz olmadan yaşamak zordu. Çocukken, her hafta sonu toplanıp denize gitmeyi falan hatırlar gibi oluyorum, ailem vukuatlarımı sayıyor, kaç kişinin kafasına taşı isabet ettirdiğimi anlatıyorlar, baya nişancıymışım, çapkın nişancı! Denize daha girmeye çok vakit vardı, önce şu eşyaları bir yerleştirmek gerekirdi, kadınlar yazlıkta temizliğe girişmek üzere, önce temizlik malzemelerini isterlerdi biz çocuklardan, bizde denize koşmak yerine onları indirirdik eteklerinin yanına, ev onlara göre çok kötüydü, toz toprak narkozuna dayanamıyordu kadınlar, çık bir yerlere oradan denize ve göğe bak ne gerek vardı böyle eften püften olaylara diye tuhaf tuhaf bakar olurdum, ama bakmazdım, kafamdan geçerdi bunlar. Yapmıyorlardı, ilk işleri şöyle evi kolaçan etmekti. Belki de habitusları elverişli değildi…

Eşyaları tastamam indirip denize girmemek olacak şey değildi, biz de öyle yapar, birkaç akranımla denize koşardık, alabildiğine koşmaktı denize. Denizde yüzmekle kelimeler arasında yüzmek benzer şeyler gibiydi aslında, ikiside herhangi bir suyun içinde olmaktı, belki de henüz üstünde olmaktı, belki de kenarında okur olarak güneşleniyor olmaktı. Benzer şeylerdi, ikisini bir araya getirebilmek için bütün hayatımı seferber edecektim sonradan ve hâlen.
Ücra bir köşede duran yazlık, ücra bir yolu o yazlığa ulaşmak için kat etmek, ücra bir kalabalıkla o yolda olmak, ücra bir ihtişamı yazlık göründüğünde sanki ilk kez görüyor olmak, ücra bir denize girmek. Hepsi ücra, fakat sözcüklerden kavramlara giden her yol ve her yolculukda ücra bir yere çıkar… Burada aslolan o tozlu yollarda hangi sözcüğün yanına hangi sözcüğü koyduğunuz sonra onları kavramlar olarak ne yapıp ettiğinizdi, o yolu takip ettim. Yol kimi zaman tozlu da olsa da, bir yanıyla asfalt…

9 Aralık 2014 Salı

"Leblebi Koydum" Bloğa


Hükmü Olmayan Yazı, Geçersiz İşlem


Soluk alıp vermenin tünellerinde üzerimize matuf bir yalnızlıktır söz konusu olan, içinden geçerken karanlığına ne yapıp edip tutulmak zorunda olduğumuz o deruhte tünel bizizdir, Herakleitos vari bizizdir. Bu biz olma halini henüz dile aksettirememiş olmamızdan dolayı etrafta dolanıp durmaktayız. Kimimiz lunaparkta akşamları burayı mesken tutan kimsesizlerden habersiz eğlenip dururlarken, kimisi kalabalık bir grup halinde karşıdan karşıya geçmenin yeşil ışığını bekliyor olur. Kimimiz neşeyle veya keyifle evinden çıkıp hiçbir alet edavat olmadan pazara kadar gitmeyi özgürce yaşar, kısacık bir şehrin dolaysız yeşil ışığıdır onu bekleyen. Henüz şurasında veya burasındayızdır tünelin, o tünelin içinden neşeyle, keyifle veya yaşlı bir kederle geçip gideceğiz, ayağımızın ucunda tren olacak, bir yerden bir yere tren olacak, biz de taşıdıklarımızla, anılarımız veya hayallerimizle bir yerden bir yereye matuf bir yalnızlığın trenini taşıyor olacağız, sırtımızda veya kamburumuzda veya henüz dile aksettiremediğimiz yalnızlığımızda. Gellner’in şu basit ama özgün sözü epey düşündürücü, hem trende düşünmek bir iş edinmedir; “Gerçekliğin bir yansıması olan dil yalnızlığa, kültürel bir faaliyet olan dil topluluğa götürür…” [Buradan edebi metnin veya edebiyattaki üretimin nasıl şekillendiğine dair bir hat çizilebilir, benim çok sonradan yapmaya çalışacağım şey en çok da bu olacak galiba.]

Falanca şeyin adını henüz andım, falancaya dair sevgimi henüz rafına dizdim, falancaya olan ilgimi ve nefretimi henüz andım. Düşündüklerim, maksadım ve varlığımla henüz bu trenin içindeyim ama yer yer tren ayağımın ucunda, yönü ve mukavemeti belli…
Ne yapıp edip olan veya olmayan herşeyi dile aksettirmem gerekiyor, henüze rağmen dile aksettirmek zorundayım. Varlığın en az tren kadar yönü ve mukavemeti orayı işaret ediyor, hem zaten varlığın veya öteberinin bilmem kaçıncı istasyonundayız…

8 Aralık 2014 Pazartesi

“Herkesin Bildiği”nden “Kimsenin Bilmediği, Hepsi Diyarbakır”a



Yaşar, gezer, sever, izler ama en çok da mimar, sanatçı, yazar Mehmet Atlı’nın (ki ben kendisini bu kitapta bahsini açtığı yazılarıyla tanımaya başladım, sonra da “Karanfil Ekermisin”le de, siz de tanıyın isterim) Eylül 2014’te İletişim Yayınlarından baskısı yapılan kitabına dair bir sezer-yazar tanıtımı yapacağım. Çok keyiflendim okurken, düz bir Diyarbakırdansa çingenesine, muhacirine yer yer herkesliğine yer yer kimsesizliğine değen yazılar okudum, keyif denilen teşgaleye (Van da böyledir bu sözcük) dam oldum. Bazen susar-gezer-yazar-eder de dedim Atlı’ya.
Neyse ki, bunu çok da diyemedim. Sürdür-ül-mesini isterim bu bahsin, mesela bunun İstanbul’unu, Ankara’sını okumak? Yazı böyledir, kış mevsiminde bile özlenilen bir yazı erken getirir. Özlem ve yazı bir seyyariye zamandadır. Geçenlerde Birikim’in 307. sayısının çoğul konusu “Edebiyatta Kürtler”di. Murat Belge’nin Kürt edebiyatına dair yazdıkları mesela sürekli benimde aklımdan çıkmayan bir hazır ve nazırlıktayken. (Başka türden bir bahisle sosyolojik atışma ve tartışmalarda Bourdieucü anlamda ekonomik sermayeye diş gösteren kültürel sermayenin üretimi, yayımı, basımı, tasımı, yaşı nedir, nerededir’i?) Benim aklıma Atlı’nın dili, heyecanı düştü. Sonra birden çokluğu; sanatçılığı, mimarlığı, “akademik-atletli” oluşu ve henüz dalından düşmeyenleri de düştü. Onlardan kimi düşerken, kimisi de düşe düşerken tutup da bunları yaza-düşe çıkayım istedim. Dosyanın o sayısındaki yazılarda edilen mevzuların sorusu düştü, aldım hepsini Atlı’yla düşünmeye başladım. Edebiyat ve Kürtler dosyasına, buna ufak bir cevap-öneri diyeceğim geldi. Sonrasında Sosyoloji bölümlerinde çiğ bir yabancılığın etrafındakiler/tanık olduklarım düştü, başıboşluk düştü, kendine ve sosyolojiye bile yaban bir yabancılıkları düştü, sonrasında tekrar sordum Sosyoloji ve Kürtler, Edebiyat ve Kürtler diye, jenerasyon sözcüğünün kendinde bile bir akışkanlık, seyyariyelik barındırdığının bahsi düştü. Yer yer çıkamadım, ama Mehmet Atlı’nın heyecanı bunların hepsinin önüne düştü, ben de onun peşine düştüm.

Sevindim, sevdim. İz verdi, sır verdi kitap, işte bunlara dair bir teşgalenin içindekilerden taşan dışındakilerin ne olduğunu önce ifade edeyim. Kitap evvela “herkesin bildiği kimsenin bilmediği” bir alt başlıkla Diyarbakır’ı anlatıyor, aslında Atlı sadece Diyarbakır’ı anlatmıyor, yer yer bahsi geçtiği ve benimde öğrendiğim üzre/”Diyarbekira Reş”, “Diyarbekira Xopan”, “Diyarbekira Şewitî”=Kara Diyarbakır, Viran Diyarbakır, Yanmış Diyarbakır’ı anlatıyor, yerinden, zamanında, bir mahur beste vaktinde veya horozun ötüşüne hazır bir seher yelinde. Yer yer kimsesizliğinde yer yer herkesliğinde. Anlatıyor da anlatıyor. Memleketliliğe has bir kavuşma hürmetiyle anlatıyor, “telefonda az mı ekmeğimizi yedin, şerefsiz” diyen Siti Ana gibi olay yerine has bir titizlikle anlatıyor. Bu anlatının çoğu zaman melodisi türküler. En çok da kimsesizlik üzerinden herkesliğe kadar gidebilen sesler, sonrasında şehre dair en çok şeyin sesler olduğunu da anlatıyor. Dedim ya anlatıyor da anlatıyor. Yer yer nehrinin kenarından, yer yer kavganın içinden, yer yer dişinden, tırnağından anlatıyor. Bazen fotoğraflarla anlatıyor, mesela, kitabın kapağında da olan üç amcanın fotoğrafıyla, ellerindeki defterlerle birinin taburesinin altındaki erzak torbası diyeceğim ama yetmeyecek bir sözcükle, xurç’la (ama bu sözcük benim annemlerin kullandığından bildiğim kadarıyla daha çok çeyizlik-el yapımı eşyaları içinde muhafaza etmek anlamında kullanılıyor) anlatıyor.
“Kent hakkı” denilen meseleye el bile atmadan ama doğrudan içinden, pratiğinden, sessizliğinden anlatıyor, şehrin kendi söküğünü, terzisini, iyi top oynayan Vahit abisini anlatıyor. Sorarak ve yorarak anlatıyor, kimi kimi “küşe”sinden anlatıyor eee, olacak o kadar. “Kalesinden”, “surundan”; “nehrinden şehrinden”, hallerinden, halsizliklerinden.  
Nahanda şöyle anlatıyor, “inanmıyorsan ölç de bak”;

Ama şehir, seslerdir sevgili okur-dinler” demek ve bunu biraz açabilmek isterdim, doğrusu.
Şehir seslerdir. Vahşi ya da uysal; doğanın da sesler olduğu gibi. Denizler ve dehlizler, ormanlar ve çavlanlar, çöller ve göller, deltalar ve havzalar, falezler ve fezalar… Deryalar ve damlalar, ufuklar ve bulutlar, yüksekler ve alçaklar, haşerat, hayvanat ve her türlü nebatat gibi şehir de kimi ritimler, kimi seslerdir… ve/hatta/şehir, sevgili arkadaşım Faruk Duman’dan ödünç, güzel bir ifadeyle söylersem, “seslerde başka sesler”dir: İnşaatlar, tesisatlar, seyahatlar, safahatlar… Beyanatlar, ifşaatlar, cerahatler, cinayetler… Teşkilatlar, tevkifatlar, talanlar, tasallutlar… Mücadeler mübadeleler, müdahaleler, müzakereler.”

Hiç şüphesiz burada suya yazılan sözcüklerin her birinin farklı kılıkları, bireysellikleri-yatay ve dikeylikleri şehrin bir yerinde usulca veya usulsuzca yapıla-durur. Şehir en çok bunların olduğu bir yerdir demektedir Atlı, o kendine haslığıyla, başka başka yerlerdeki yazılarında olduğu gibi “gösteririm ama vermem” diyen genç bir atletli oluşuyla. En çok da heyecanla ve incitmeden. Hatta sırf düşünür-yazar, taşarlığıyla değil de bizatihi eksikliğiyle, serden ve yardangeçtiğiyle de anlatır, okur-görmez ise de ağladığını hisseder:
“Semboller öne çıkar ama görünmez olur, “Karpuzu ve surları ile ünlü yöremiz”e takılınır kalınır da mesela, karpuzun tarihini yazmak akla gelmez ya da bu gibi şeyler önemsenmez.”
/ Şehrine kalkan balığına benziyor kelamı üzerine;
Acaba Dicle Nehri’nde hangi balıklar var? Balıkçılık ve şehir nasıl bir tarihi seyir izlemiş?”de diyebiliyor, atletik-akademik oluşuyla.

Her kitap böyle olsa, hatta ben bile böyle yazabilsem diyesim geliyor, “seviyorum merkez” En çok da “okur-gezer; okur-sezer; okur-göçer; okur-dinler”ini sevdim, çok sevdim. İletişim’in “Memleket Kitapları” dizisinden “Taşraya Bakmak”tan sonra çok sevdiğim, belki de bu sevmeyi allayıp pulladığım bir sevginin keyfi, yer yer hüznü olsun, burada geçenler, geçmek üzre olanlarla.

Mehmet Atlı’nın kendiliğine dair: “Buradan Bir Atlı Geçti




Bu yazının içinden geçenlerin bir kısmı Şurada görünür kıldı kendisini.



7 Aralık 2014 Pazar

Henüz:Göz Göre Göre Bir Temayül



En üst başlık olarak da yer alan bu sözcük, bir süreci ifade ediyor, henüz diyoruz mesela. Henüz o vakit gelmedi, henüz o otobüs gelmedi, henüz hen-nüz. Bloch’lardan Ernst’e göre insan olmakta olandır, insan henüzdür. Henüz olmakta bir kaçış çizgisidir, olmaya dair bir perspektiftir. Hatta başlı başına bir perspektiftir henüz. Bu perspektifin neye doğru yöneldiği de pek de göz önünde değildir.

Henüz, sonrayı düşünen bir şimdiliktir, bu sebeple henüz gelmemiştir, henüz gelmez “tak diye” yaşanır ve o noktada başka henüzler devreye girer. Henüz bu sıkıntıyı atlatamadım, henüz askerlikten gelmedi. Henüz okul bitmedi. Henüz otuz yaşında olamadım. Henüz sivilcelerim var, ergenim. Henüz anne veya baba olamadım. Henüz, mutlak laflar söylemez, henüz kötülük yapan biri için kötüdür denilmemesini izâh eder, bunun yollarını arar, buna dair bir yolculuk sahibidir henüz. Henüz bir umut taşır, bir yükümlülük, bir heyecan. Aslî yer tutuşunu izâhı gözetmesine borçludur. Yaşam bir o kadar henüzdür. Henüz bu yazıyı yeni bitirdim. Henüz, bunları düşünüyorum, onlar kaçmaya cüret ediyor, varlıkları öyle, kaçak yaşamayı huy edinmişler, tutku olmadan düşün insanıyla sıkı bir ilişki geliştiremiyorlar, bu da onların yani sözcüklerin henüzü…


Henüz yersiz yurtsuzluktur en çok da düşün insanı bilir…

Henüz ölüm yok. Öyle olunca da insan henüz kimsenin haberi olmadığı bir henüz içerisinde dolanıp durur…Henüzü bilerek dolanma, yaşanmaya en yakın olanlarıdır, “iyi pragmatizm” hanesine yazılabilir.
Ve henüz, bağımsızlığını ilan etmiş bayrağın şurada veya burada, şu veya bu sebeple dalgalanıyor olmasıdır…




……..

5 Aralık 2014 Cuma

Henüz Bu Değildi, Ötekiydi Yaşam!


Kitap okuduğumdan çıkardığım ders miydi, öğüt müydü, yoksa beyhude bir aşırılıkmıydı yaşam, henüz bilmiyordum. Ama bilmeye dair birşeyler henüz bilinmez zaten, içindeykende bilinmez, üyesi veya mütevellisiykende bilinmez. Ama birşeyler gene az çok bu bilinmeyenliğini üzerine almadan önce bilinir, yok bilinmez, hissedilirdi. Kayıt dönemiydi, herkes kayıt yapmak için ne yapması gerektiğini soruyordu, zira onlar için bir ötekiydi yaşam, bir sonrakisi için hoca olmak vardı, bir sonrakisi için bir tık yüksek bir konumda olmak vardı ve bununlu oturup kalkmışlığı olan biraz fazla bir maaş almak vardı, bir sonrakisi için askerlikten yırtmak vardı, bir sonrakisi için umut veya hüzün vardı. Kimisi henüz yeni bitirmişti lisansını, kimisi bir memur, 35’li yaşlarında, kimisi ülkenin çok uzak yerlerinden gelmişti, kimisi ancak gelmişti, kimisi elinden tutup çocuğuyla gelmişti. Bütün “bir ötekinin içinde” olanların takvimindeydik o sıralar, iki hafta kadar sürüyordu. Tezsizler bir tarafa, Tezlilerin formu bir başka tarafa, özel öğrencilerde vardı. Kalem istemek ötekiye varmadan önce şimdinin “var mı yok mu” ları gibiydi, hem, hemen getirilecekti bu kalemler. Bu dünyada sahibine getirilip en geç teslim edilmesi gereken nesne kalemdir, henüz bunun farkına varmamıştık, ben de varmamıştım o esnada, avare avare dolaşıyordum, yardımım oluyordu, henüz şimdi değil ötede olanlara. Böyle yerlerde silgi kullanılmıyor, kağıt yırtılıp tekrar yeni bir kağıda başlanıyor, biraz kod mod işlerini tekrar yazmak yorucu oluyor o kadar, kağıdı yırtıp tekrar yenisine başlamak kadar kolaydı, henüz bu değildi yaşam, ötekiydi. Bir zaman sonrada öteki olacak yaşam, bir ötekiyken hüznüm ve sevincim olacak, bütün bunları kalemle tutmak, zor iş, zihinle tutmak başka zor bir iş, varlık henüz yokluğu bulmadan vardı, öyle olması gerekiyordu, katlanmaya çalışmak lazımdı belki de, sessizce, işini bilerek…

Herkes neredeyse ip gibi dizilmiş bir öte zamanın hasletlerini taşıyordu zihninde, bu öyle olur sanki öte zaman hemen şu kapıdan çıkınca içinde rahatça nefes alınabilecek bir yer olurdu. Söz gelimi bütün “kamu dairelerinde” böyle hissederdim ben, o esnada onlarında böyle hissettiklerini düşünürdüm, sonuçta kapının kolunu tutmak ve aşağıya kaydırmak üzerelerdi. Ailenin yanında çekilen onca sıkıntı, dışarısıyla içerisi arasındaki uyumsuzluğa zihni bir kederde eşlik ediyor olsa gerekti, zira zihin ve akıl kendisini gerekiyordu, zihin öyle veya böyle bir şeye teslim etmek gerekiyordu, bütün bir yorucu haftaiçi faaliyetini, bir haftasonu faaliyetine çevirmek gerekiyordu. O esnada deniz keyfine varılacak bir yer olabilirdi, bir arkadaşla bir ağacın altında zihnimizdekileri paslaşabilirdik, gezmeyi adet haline getirebilirdi. Veya bunların hiçbirini yapmayıp hem kendinle konuşma hem de bir ötedekiyle gene kendisi üzerinden konuşma faaliyeti olarak kitap okumayı yalnız ve yalnızca adet edinebilirdik. Öteyi teslim olmaktı bütün bunlar. Sıkıntıya teslim olmak bir öteye teslim olmaktı, huşu ve sıkıntı içinde bir öte. Bunu en çok da kitaplar karşılardı.

Ders saatine yakın damlayan öğrenciler içinde böyleydi, henüz bu değildi yaşam, ötekiydi, profesör içinde öyleydi, bir zamandan bir zamana geçmek için burada bir zaman bulunmalıydı, bir zaman iyi öğrenciler yetiştirmiş olacaktı, bir zaman sonra ah hocamızın dediklerini önemseseydik diyenleri falan olacaktı, bu değildi ötekiydi yaşam. Bir insanı görüp, kız mı erkek mi olduğundan daha zor şeydi yaşam, derdinin ne olduğunu falan bilmiyordum, adını bilmek mühim değildi. Adsız hepsi, henüz bu değil, ötekiydi yaşamın adsızları. Bir word dökümanı gibi adsız, bir ekran alıntısı gibi adsız. Safii bir ekran alıntısıydı yaşam, ama henüz adsızdı…

Muhakamenin Rengi: Çiğ Yumurta Sarısı

Ümit Kıvanç/gecetreni: "Oda"



Gelecekle aramda pek bir husumet yok, ama, hayal diye bir insan icadının gelecekle bağıntısını çözemediği zamanlar oluyor insanın. Neresindedir, ne yönünde nispet etmekle meşguldür bu hayal, bu geleceğin? Yağmur yağdığında otobüslerin hızla geçmesini çok seviyorum, çıkardıkları ses bir acayip oluyor, sanki hiç duymamış gibi oluyorum, bir muhakemenin ortasındayken. Henüz diyorum, geçmişteyim, otobüs olanca hızını yağmur suyuyla parlatınca geleceği arıyor oluyorum. Muhakemede gelecek var, ama onunla oturup kalkmışlığı olan hayal gibi şeylerde var. Bütün bunları bir insan kılığında, bir olay mahallinde düşünmek yerine, bu sözcüklerin birbirlerini çekiştirmeleri olarak düşünmek lazım. Farklı türden bir olay mahalli ama denetleyecek bir birim halen kurulmamış. Belki de fazla itibarlı olanlarının birbirlerinin muhpirliklerini falan yaptığını düşünmek lazım, söz gelimi "arayış" bekleyişi çekiştiriyor, "dönüşüm" muhafaza etmeyi, "mutsuzluk" huzuru çekiştiriyor, "sevgi" çocukça bir sevgiyi. Hayal geleceği imliyor ama çekiştiriyorda, geleceği yokluyor, ama varsayıyorda. Sever ama hırpalarda. Gelecek, geçmişle dosttur, ama söz dinlemezde. Bütün bunları bir ağızdan düşünmek lazım, bir evde, bir trafik ışığında, bi çiğ yumurta sarısı lambanın altında. Muhakemenin rengi; çiğ yumurta sarısı lamba. 



Yağmur hava kararmaya müteakip yağmıştı, otobüslerin devir daim işlemi henüz yirmidörtsıfırsıfır sularına kadar devam edecekti, epey otobüs çalışıyordu bizim orada, bizim eve hafif eğimli uzun bir yoldan inerdi otobüs, yağmursa otobüsün hergünkü kullandığı yolu kullanıp suylarını aşağılara ulaştırmakla meşguldü, işte o esnada otobüsün asfaltla temasında suların parça pinçik yapısı bir bütün olur, toplam bir ses çıkarırdı, hatta bir enstrümanın sesiymiş gibi algıladığım olurdu o tıvfff sesini. Bir de bütün bunlar çiğ yumurta sarısı lambanın altında oluyordu, henüz durak biraz daha aşağıdaydı, bana uzaktı.

Geçmişi eskitmekti bütün bunlar, sorsanız sağdan gidilirdi, köşeyi dönünce gene bir sağ tarafa dönüp, binayı tam cepheye alıp onun arkasına ulaşmaktı. Hoş bütün bir geçmişi eskitince, geleceğin ne olacağı da oldukça muammaydı. Muamma en çok belli belirsizliğin olduğu yarı itibarlı, yarı itibarsız durumlar için kullanılırdı, geçmiş zihnimde veya sağdan gidilen bir yerlerde muammaydı, belki de bina yoktu orada, arkası zaten hiç yoktu öyle olunca. Geleceğin muamması ise yarınların problemiydi, düşün bile olamayacağı yarınların, olsundu, muhakeme bir çiğ yumurta sarısı lambanın altındaydı ve henüz o lamba yanıyordu…

4 Aralık 2014 Perşembe

Zihnin Boyunu Posunu Uzatmak!


James Wiley

Yerimde uzanmışım, herhangi bir yerimde sadece uzanabiliyorum. Oysa ki bu alelâde bir uzanma değil, uzanan sadece bedenim ama zihin dediğimiz kütle bir arada olmaktan feragat edip dolaşmaya çıkmış. Bir yerlerden geçip giderken bir yerlerde konuk da olabiliyor, bu aslında evvelden başıma gelen bir tanıdık simâ gibi belirtiyor işaretlerini bana. Bu işaretlemelerde daha önce gördüğüm birçok şey var. Sözgelimi dağları parelel geçen, denizlerle dostluk kuran martılar ve onlara eşlik edecek yavru martılar kadar, bir demircinin çekiçle demiri dövmesi de zihnimdeydi o esnada. Hepsi bir esnaf yerine çevirmişti derdini, tasasını. Kayıtları vardı, vardı olmasına ama zihnimde kayıtları demirci ve martı diyeydi, oysa pekâlâ bir iş verendiler. Demirci, demirin işvereni, deniz ise martının iş vereniydi, balıklar ise sırıl sıklam sulardan sıkılmış, suyun üstüne biraz değişiklik olsun diye çıkan veya yorgunluktan sahilin kumlarına kadar vuran yoldan çıkmışlardı. Her an bir martı veya balıkla ilgilenen bir kuşun midesinde olabilirdi. Galiba bu esnada hafızaları çok zayıflıyordu. Ya demirciye ne demeli, o da sıcak demirleri dövmekle derdini mi pişiriyordu. Yoksa derdini pişireyim diye evine ekmek götürmenin mi derdindeydi, zihnimde kayıtlı değildi bunlar ama bir oda da falan kayıtlı, hukuklu, nizama uygun davranışlardı bütün bunlar. Demircinin vereceği vergi matrahı, yeri, yurdu, hangi odaya kayıtlı olduğu vesair, hepsi belliydi. Zihnimde sadece bende işime yarayacak şeyler vardı, martının denizlerde falan esnaflık yaptığını bilirdim, demircilerin ise ya sokak aralarında ya da bir caminin hemen yanı başında olduğunu bilirdim. Bilmekle sadece bir yükü taşırdı zihnim. Zihnin bilmeyi kurulu bir köşede veya çitli bir yerde tutması dışında uzanması gerekiyordu. Şu veya bu anda yakın bir yerden geçen trenin içinde olması gerekirdi söz gelimi, o trende yeni evlenen bir çiftin yanında veya bir öğrencinin kitapla olan birbaşınalığında olması gerekirdi veya gecenin bir vakti yolcularını alan bir otobüsün içinde olması, muavinin geçmişini çözümlüyor olması, ağlayan çocukların neden ağladıklarını, şoförün yolla olan ilişkisini görmesi, uyuklamanın naifliğini falan anlaması gerekirdi. Zihnin şu veya bu başınalığında dolaşması falan gerekirdi, yoksa zihin kurulu bir düzen falansa yaşamın pek de geleceği yok. Bedenin uzanması falan, yer tutması ne kadar doğalsa, zihninde uzanması gerekir, ki aslolan ve kalıcı olan, hastanelerde bile hemencecik teşhisi konulamayacak yer orasıdır. Zihni prosedürel sosyo psikolojik vaka olarak zihnin boyunu posunu uzatmak…

Zihnin boyunu posunu uzatmak için, zamkla bağlı olduğumuz zamanında boyunu posunu uzatmak gerekiyor, ki bu artık çok güç, çocukluk arkadaşlarım artık yanımda değiller, ama gene de zaman bir çocukluk anısı kadar uzaklıkta…Bütün bunlar zihinle olacak işler, zihnin seyyar olması gerekiyor, belki de “ovarlokçu ayağınıza” geldi der gibi, zihin yanıbaşınızda diye bir anons geçilmeli. 


Mümkün dünyalara su taşımak güzel bir olay…

Zihni Başkasına Teslim Etmek!

Ümit Kıvanç/gecetreni "Davet"

İnsan kendiliğinden olmak zorunda olduğu kadar, kendiliğinden olmayanlarladır da. Ernst Bloch vari olan bu cümle, hayata özgü bir cümle olduğu nispette hayattaki insanın düzenliliklerinde de yerleşikleşmiş bir cümledir, hayatın dışındakini de kapsamaya gücü yeter. Ama öncesinde ve sonrasında kendisini apaçık ilan etmeyen ama bir sarkacın arasında gizlenenen zihin dediğimiz gayriihtiyari alan söz konusudur. Buna tarih dediğimiz somut anlamlar yüklenir, söz gelimi herhangi birinin akrabası olmak demek! Herhangi bir mahalleden azarlanarak taşınmak, herhangi bir mahalleden su dökülerek uğurlanmak. Veya korktuğum, kötü olarak addettiğim bir insanın uzağı olmak. Hepsinin zihin dediğimiz bölgede bir tasnifi söz konusudur. Ama zihni açık eden, tarihsel bir mevcudiyetinden çok herhangi bir anda ne yaptığı, ne işe yaradığıdır. Yani etkilenme tarzları ve bu tarzlardan türeyen etkileyici koşulları devreye sokmaktır. Zihin hem katlanılması gereken bir faaliyet hem de meşgul olunması, her öğünde beslenilmesi gereken bir faaliyettir. Ve o faaliyet birçok alanın perspektifiyle raflara dizilmiştir. Bir hastane ortamı kadar çaresiz, bir mahpushane kadar ırak, bir futbol sahası kadar boşlukta, oysaki bir güneş kadar da yakındadır. Buna rağmen, herşey salt zihinle bitmez. Tarihle ve şimdiyle bitmediği gibi. Zihin kendisini bize teslim eder, ama zaten biz onda teslimizdir! 

Zihni teslim etmek adına bir şeyler yapmak gerekir, ki herkesin belli bir prosedürü vardır, müzik veya spor. Ama bunlar hayatın büyük olayları, biraz daha ufak şeyler lazım. Söz gelimi aşk denilen oysa gerçekten sevgi olarak adlandırılması gereken karşılıklılık mesaisi. Bir canlı, hayvan. Gene bir canlı film veya kitap. Daha çok Ulus Baker’in TV’lerde olaylar, olayların oluş ve devam süreçleri yerine sadece bültenlerin gösterildiği bir mesele. Bir olay yaratmak, olayı anlatmaya çalışmak ve olayda zihinle, düşünceyle ve fikirlerle uğraşmak. O zaman zihni bir ideolojiden çok daha canlı şeylere kontrollü olarak teslim edebilirim, kendiliğimi. Hem bir araya gelen hem de bir araya gelmesi az çok mümkün olmayan kendiliğimi. İdeoloji falan dediğimiz şeyler zihni temsiliyetler ve zihni teslimiyetler değil midir? Zihni başkasındayken veya kendindeyken bulmak zor bir süreç, zihni her zaman olaylarda bulmak zorundayız, bir kitapta veya bir filmde. En çok da bir oyunun ve kurgunun içinde. O zaman zihin dediğimiz hattın ne yöne seyri konusunda bir iki fikrimiz olabilir…

bir film veya müzik, bir takım tutmak, bir şeyi sevmek zihni falan teslim etmek oldukça garip işler bunlar, en az hayat ve zaman kadar basit ama o kadarda karmaşık, birşeyin devamı hep başka birşeydir. Bundan sonrası vardır, hep birşeyler yapmak için, zihni yarına teslim etmek gerekiyor en çok da. Öncesinde arıduru bir geçmişi bilmek gerekir, buradaki karanlık yarına el koyabilir…

Bir Seyyare Hüzün!

Ümit Kıvanç/gecetreni:"Farklı Tempolar"

Hüzün olarak kurgulanmış bir zamanın içindeyim, evden dışarı çıkıyorum. Veya evdeyken dışarı çıkıp gezmeme aldırmayan, aldırışsız, duru, ama bir o kadarda cevelan bir zihnimle dışarıdayım. Bedenim, kapladığım arısıkıntıyla evin içindeyim ama bir o kadarda keyif zamaniçindeymişim gibi, hem içeride, hem de dışarıda. Neyden kaçtığımı bilmediğim gibi, neye kaçtığımı da bilmiyorum. Bir özlem vakti, ama özlemin yolu hızlı mı, yavaş mı, suyun üstünde bir özlem mi, yoksa tozlu bir özlem mi henüz belli değil. Tam bir hüzün vakti diyorum, sonra. Sonrası derken, kavuşacakmışım gibi. Bütün bunlar önceden zihnimde ölçüp biçilmiş şeyler gibi, bir çocukluk anısı gibi. Sadece şu veya bu zamanda içinden geçmişim, ama şimdi de geçiyorum hem şimdi de hasıl olan bir sonrası var. Ee sonrası, sonrası işte orada, neye varacaksam orada olacağım, bir iki memnuniyetsiz ve erken gelmişlik dürtüsüyle savsaklayacağım ama alışacağım bu duruma. Evdeydim, başımaydım, çaresizliğimi ve keyifsiz bir hüznü alıp dışarı çıktım. Keyifli hüzünleri alıp dışarı çıkmak için biraz bu keyifsiz hüzünleri yaşamam gerekiyor, bu keyifsiz hüzünler denilen yolun yolcuları taş veya toprak yoldan buraya varacaklar oluyor, şimdi ayrımsamaya başladım. Keyifli hüzünler hep suyun üstü oysaki. Gene bir rüzgâr esiyor işte. Keyifli hüzün mü dedik, yok yok bir seyyare hüzün. Hüzünlerin huyu kurusun hep böyle, bir sonraları, bir sonrası, bir sonrakisi var. Sonrakileri en mühimi seyyariyelik için. Tutunmak mı lazım kaçınmak mı, cevabı uzak bir hüzünden gelecek öğüde de bağlı olmayacak. Sadece dupduru ayırtedilmeyi gerektiriyor. Yaşam için yaşlıca şeyler gibi bunlar. Ama pekâlâ bir müziğin duyumsanmamış, tercüme edilmemiş hali gibi.

Hem coşkun hem özgün, hem de seyyar! Seyyar ama yaşlı bir hantallığı var. Hüzün, hantal bir zamanda seyyariyelik yapıyor ve buna rağmen kapı numarası yok, kaçak yaşıyor! Keyifli hüzünleri, suyun üstündeki keyifleri falan yaşamam lazım. Ama evvela bir seyyar hüznü düş edinmek lazım. Düşünce denilen araçla bunu yapabilirim hem dışarı çıkmamışta olurum. Ama dışarı çıkmak falanda korkusuzca, yiğitçe şeyler olmalı. Ayrımı iyi gözetmek zorundayım, biraz hesap kitap iyidir, vergi ödeme zorunluluğum falan yok ama düşünceyle falan hep maliyeliğim. Düşünceyi ortağımla kullanıyorum, kayıt/hukuk işlerinde ortağımın ismi var, maliyeye gitmek zorunda değilim, ama ortak yükümlülüklerimiz var. Kazalarda, yükümlülüklerden feragat edince gecikme borcu falan ödemiyorum ama. İşte seyyar bu düşünce, biraz kaçak yaşayan bir şey. Ben onu yakalıyorum, o beni yakalıyor. Aramızda sözcükler zabıta görevinde, bazen görmezden geliyorlar öfkemi veya neşemi…ama dostlar nihayetinde hem onlarda seyyarlar, yakınlık veya ilişki nahanda böyle kurulmuyor mu, “neyi seviyorsun”, “nereye gidelim”, “kaçta buluşalım”, “kaçta çıkalım”, “akşama ne yiyelim”, “çıkınca ne yapacaksın”, “bu sene nereye tatile gideceksiniz” Ama bir gecikme borcum var ki, öde öde bitmiyor geçmiş zamanın düşünce borcu, adı üstüne geçmiş zamanın düşünce borcu, önceden düşünmeye çalışıp kenara atmışım, bir de geleceğin düşünce borcu çıkarsa karşıma hepten bitiğim, seyyar hüznümü alıp maliyeyi mesken tutarım…yanıma eski filmlerden kalan bir iki benzin -vidonlu olanlarından- alırım. Belki de benzin zannettirip içine su doldururum.