Sözcüklerden kavramlara giden yol epey bir yol çeker, hem yollar son model araçların geçip gittiği bir yol değildir, çokça tozludur o yollar, bir köy yolu gibi, kıyıda köşede meskûn olmuş bir yazlığa gider gibidir o yollar. Veya bütün bir yol illa gidilmez, gelinirdi de, geçmişten veya şimdiden gelinirdi, gün batımıyla denizden çıkıp, tasını tarağını toparlayıp eve gitmek gibiydi. Gitmezsenizse varamazsınız o yollardan, yeni bir zamana eski zamana gitmek kadar teferruatlı bir meseledir o yolları gitmek. Ve yollar ne yapıp edilir gidilir, neşeyle veya keyifli ama en çok da bir arabanın içine doluşmuş on kadar kişiyle. Ses, gürültü, çanak çömlek sesleri, henüz o yollara girmeden önce başlardı tıngırdamaya. Yakın bir köyün bakkalından ekmek ve evden henüz bu tıngırtılı misafirliğe sirayet etmemiş bilumum eşyaların kontrolüde bu gibi bakkallarda akıl edilirdi, ekmek de olmasa onların bir mucibesi olmayacaktı. Nitekim ekmek, herşeyin kokusuna sirayet ediyordu böyle durumlarda, en çok da alın terinin sirayet ettiği durumları yaşamıştım, ama hepsi bir durumdan çok zorluktu bunların. Bir işçinin en keyifli olduğu anı çokça gözlemledim, çayını içmeye oturmak üzereyken gömleğinin cebinden çıkardığı Winston’du onun keyfi, keyifsizliğini keyfe çeviren az nesnelerden biriydi sigara, işçi için. Vakit eksilmiyordu o esnada, dolu doluydu, biraz patrona küfür, biraz iş sahibine küfür ediyordu, mühim işti şu keyifzaman. Çay saatleri sekmiyordu, önce on da oturulur, sonra öğleden sonra üçte tekrar. Çay işçinin vücuduna giden kuvvetti, hastanın vücudana giden ilaç neyse işçinin vücuduna giden çayda o işi görüyordu. Ama bakkaldan çıkalı epey olmuştu, bu esnada kimsenin elinde çay yoktu ama çocuklara has dondurma vardı.
Yolculuk sürmeye yüz tutarken henüz bir keyifzamanımız yoktu, meşgul bir zamandaydık, on küsur kişi ve bilumum ihiyaçla ve bakkaldan iki günlük ekmekle yolu boca etmeye, zamanı meşgul zamana çevirmeye devam ediyorduk. Küçük çocuklar, çocukluklarından olsa gerekti, meşgul zamanı keyifzamana çevirmiş dondurmalarını tellendiriyorlardı, bir işçi gibi. Zaman şuradan veya buradan bir birleşme halinden, başka neydi ki? Zaman sürümsüzdü, kendi icadını üretiyordu, onu izlemeyi ihmal etmeden. Bunlar diyordum, bütün bunlar, sözü çağıran, sözcükleri imleyen, kavramlara nazire yapan şeyler. Bütün bunları denizle yüzdürmek zorundaydım, denizle alıp veremediği ne varsa görsündü. Zamanı üreten bir kavramdan başka bir birleşmeyi henüz icat edemedi insanoğlu, cinsel birleşmelerinin dışında sözle bir araya geliyordu nitekim. Sözcüklerle bir araya gelebiliyorduk ama henüz kavramlarla bir araya gelme alışkanlığımız olmamıştı toplum olarak, meşgul ediyordu bütün bunlar zihnimi. Birleşme, değişim, dönüşüm, fırlatılmışlık, farkındalık, Bloch’lu “Umut İlkesi”to, Gramsci vari iyimserlik, zamanı mübadele etmek, zamanı üretmek, zamanı kolaçan etmek, düşünmekten hep daha toplumsal şeylerdi, düşünmek bu esnada avare bir adamın işiydi, kıyıda köşede kalmış bir adamın, sakallarını altı aydır kesmemiş bir adamın işi gibiydi düşünce, evli olamayanların işiydi. Bütün bunlar şarkıların nakarat bölümü gibiydi, ama görmezden geldikleri bir şey de olurdu, o evlisiz adam bir evi ancak heim diyerek, heim edinerek kurabilirdi, bu da sözcüklerle olurdu ancak, sakalda sözcüklerle cimanın bir terennümü gibiydi, bilinmiyordu bu tür şeyler, hele bir yazlıkta bilinmesi ağırlık oluşturacak, güneşin başa geçmesi kadar ağırlık oluşturacak şeylerdi. Yazlarda, yazlıklarda bunu dert etmiştim, kışlarda da dert ederdim bu durumları, ama niyeyse yazda bundan kaçmak daha da zordu, kışlığı ise ancak sözcüklerle kurabiliyordum, zihnimden, meşguliyetimden. Denize girmenin, kömürde güveç yemenin dışında çok vakit kalıyordu. Sözcüklerden kavramlara henüz yol almamıştık toplum olarak. Tavukları, kebapları yapmamızda üstümüze yoktu, kavramları pişirmeyi hâlen becerememiştik. Ben daha çok o kısımla meşgul oluyordum, mesela fırlatılmışlığın yanına bir parça dönüşüm koyduğun zaman (tabii şuanda kentsel veya yerinden dönüşüm gibi zırvalıklar değil) ne olacağını merak ediyordum, ha keza, özenin yanına sebatkarlığı, umudun yanına aklı, erkinliğin yanına özgünlüğü, zamanın yanında üretimi, fırlatılmışlığın yanına düşü, hepsine dair kafamda dolandırdığım birşeyler vardı o dönem, yazlık sürecinde de bunu arttırmayı denerdim.
Neyse, hem yazlığa varmıştık, dondurmalar çoktan demini almıştı çocukların midelerinde. Yazlık görünüyordu, kendi çehresine eklenen onca sözcükle giydirilmiş bir aydınlık içinden. Arkasında dünyanın en güzel rengi görünüyordu, gökle birleşmiş, göğün yerdeki-ama aynı zamanda bir o kadarda havada olan rengin şubesi olan mavi, deniz…Denizi olmayan bir şehre hiç ait olamadım diye düşünürdüm, şöyle gece ve deniz ne mi lazım her düşüncenin işi olmalı diye geçirirdim. Zaten bütün bunlar sıkkınlığımında sebebiydi, deniz olmadan yaşamak zordu. Çocukken, her hafta sonu toplanıp denize gitmeyi falan hatırlar gibi oluyorum, ailem vukuatlarımı sayıyor, kaç kişinin kafasına taşı isabet ettirdiğimi anlatıyorlar, baya nişancıymışım, çapkın nişancı! Denize daha girmeye çok vakit vardı, önce şu eşyaları bir yerleştirmek gerekirdi, kadınlar yazlıkta temizliğe girişmek üzere, önce temizlik malzemelerini isterlerdi biz çocuklardan, bizde denize koşmak yerine onları indirirdik eteklerinin yanına, ev onlara göre çok kötüydü, toz toprak narkozuna dayanamıyordu kadınlar, çık bir yerlere oradan denize ve göğe bak ne gerek vardı böyle eften püften olaylara diye tuhaf tuhaf bakar olurdum, ama bakmazdım, kafamdan geçerdi bunlar. Yapmıyorlardı, ilk işleri şöyle evi kolaçan etmekti. Belki de habitusları elverişli değildi…
Eşyaları tastamam indirip denize girmemek olacak şey değildi, biz de öyle yapar, birkaç akranımla denize koşardık, alabildiğine koşmaktı denize. Denizde yüzmekle kelimeler arasında yüzmek benzer şeyler gibiydi aslında, ikiside herhangi bir suyun içinde olmaktı, belki de henüz üstünde olmaktı, belki de kenarında okur olarak güneşleniyor olmaktı. Benzer şeylerdi, ikisini bir araya getirebilmek için bütün hayatımı seferber edecektim sonradan ve hâlen.
Ücra bir köşede duran yazlık, ücra bir yolu o yazlığa ulaşmak için kat etmek, ücra bir kalabalıkla o yolda olmak, ücra bir ihtişamı yazlık göründüğünde sanki ilk kez görüyor olmak, ücra bir denize girmek. Hepsi ücra, fakat sözcüklerden kavramlara giden her yol ve her yolculukda ücra bir yere çıkar… Burada aslolan o tozlu yollarda hangi sözcüğün yanına hangi sözcüğü koyduğunuz sonra onları kavramlar olarak ne yapıp ettiğinizdi, o yolu takip ettim. Yol kimi zaman tozlu da olsa da, bir yanıyla asfalt…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder