26 Temmuz 2015 Pazar

Edip Cansever - Düşüncenin Şiiri


Valery şiirin fikirlerle yapılamayacağını savunur. "Şiirin içinde fikir, elmanın içindeki gıda kadar saklı olmalıdır" sözü de oldukça ün kazanmıştır. John Ciardi'nin de bir sözü varmış, yeni öğrendim: "Şiir fikirlerden söz açmaz, onları bir aktör gibi temsil eder," diyor. Ben bu yargılardan şunu çıkarıyorum : Demek oluyor ki şair, en önce bir özümleyici; kendinde var olan bir şiir ortamına, ya da bir şair duygusallığına bazı düşünceler katmadan edemiyor; onlarsız yürütemiyor şiirini. Ayrıca, önce edindiği, sonra da şiirine ulaştırdığı bu düşünceler yok mu, onları gizleyip belli belirsiz bir hale getirmeyi de ustalık sayıyor. Okuyucuya gelince, onun durumu başka : O şairin düşüncelerinden çok, bu düşünceleri saklayan duygularla oyalanıyor. Şiir diye yüzeyde kalan bir görünüşü benimsiyor. Böylece duygulandırma dediğimiz, şiirin herhangi bir niteliği değil de, şartı olup çıkıyor. 

    Burada şöyle bir soru geliyor insanın aklına : İyi ama şair için düşünce bu kadar gerekliyse onu duygular haline getirmenin, daha doğrusu düşünceyi duygularla sindirmenin ne gereği var? Şair böylesi bir davranışla neyi savunmuş oluyor? Şiiri mi yoksa bir başka şiir türünü mü? Yani düşünceyi bunca gizlemek, şiir yazmanın ilkelerinden mi? Ya da şair ister istemez alışkanlıklarını mı sürdürüyor; belli bir şiir geleneğinin tutsağı olmaktan kurtulamıyor mu? 

   Bu soruları öyle bir iki cümleyle yanıtlamak kolay değil. Değil ya, gene de bir çıkar yol bulmak elimizde. O da şu : düşünceyi örtmek alışkanlığı yerine, onu açığa çıkarıp, şiirsel mutluluğa bu yoldan varmayı denemek. Yani düpedüz "düşüncenin şiiri" ni bulmak, onu yaratmak... 
Bakıyoruz da, şiir ilkin düşünmekle başlıyor. Hatta şiir denen olayı, ancak bazı düşünce yöntemlerinin yardımıyla ortaya çıkarabiliyoruz. Üstelik bilimin, felsefenin sanatla bunca kaynaştığı günümüzde, düşünceyi eski bir şiir alışkanlığıyla örtmek elimizden gelmiyor. Yani "düşüncenin şiiri" önce bir zorunluluğun şiiri oluyor. 
      Bana kalırsa şair de başka türlü davranmak istemiyor zaten. 
     O da asıl düşüncelerini söylemeye , bildirisini ulaştırmaya çalışıyor. Ne var ki, bunu yapamadığı, ya da yapmak istemediği zamanlarda , bazı kuramlar çıkararak, işini hem güzel, hem de yüce göstermenin yolunu buluyor. 
   "Düşüncenin şiiri" deyimi, önce düşünürlüğü, yani şairi bir düşünür olarak bellemek gerektiğini çağrıştırıyor. Ama bunu özcülükle karıştırmamak gerekir. Çünkü her biçimli söz, aynı zamanda bir özü de kapsayabilir. Oysa düşünü şiiri, özcü dediğimiz şiiri de kapsayabilecek bir bütünlüğün, bir güçlülüğün şiiridir. 
  Divan edebiyatından bu yana özcü diyebileceğimiz birkaç şaire rastlıyoruz. Ne var ki onları yapıtlarıyla değil de, tutumlarından ötürü değerlendirebiliyoruz. Örneğin Tevfik Fikret, Namık Kemal gibi şairler, daha çok devrimci, gönülleri toplumsal savaşlara yatkın kişilerdir. Yapıtlarını toplumsal düzensizliklere çevirmişler, şiirlerini bu uğurda bir araç olarak kullanmışlardır. Hatta kişilikleriyle, serüvenleriyle çağdaş Türkiye' de birer "myte" olarak anılagelmektedirler. Özcülüğün bir akım olarak belirmesine gelince, bunu da Orhan Veli - Melih Cevdet - Oktay Rifat öncesinin şiirinde aramamız gerekir. İşte o süre içinde yazılan şiirler, özcü davranışın en bilinçli, en etkin şiirleri olmuştur. Etkin diyorum, çünkü bu başlangıç Orhan Veli ve arkadaşlarının şiirinden ayrı bir çizgide süregelmiştir. Ama aynı özleri savunmak isteyen şairler, bu özleri belirleyen kelimeleri, deyimleri etkisiz birer simge haline getirmekte yarışmışlardır sanki. Orhan Veli bile - daha çok son şiirlerinde - bu akımdan payına düşeni almak istemiştir. Ne var ki yazdığı şiirlerde bir evrim değil de, alınmış bir karar egemen olmuştur. Giderek şunu da söyleyebiliriz : politik kaygılar, ama salt bu kaygılar yeni şiirin ustalarını sınırlamış bir bakıma iğdişlemiştir. Çünkü onlar özcülüğü bir aşama değil, amaç olarak bellemişlerdir. Böylece tekyanlı olmaktan kurtulamamışlar; yani politik anlayışlarını da kavrayacak bir bütünlüğe erişememişlerdir. 
   İşte bu birkaç davranışın dışındaki şiirimizse biçimciliğin, ya da aşırı biçimciliğin şiiri olmuştur. Kişilikler bile biçim değişimlerinin kişilikleridir. İşte ne Ahmet Muhip' e bakarak Cahit Sıtkı'yı yadırgayabiliyoruz., ne de Cahit Sıtkı'yı okuduktan sonra bir Sabahattin Kudret'i, Necati Cumalı'yı...Nedim'le Şeyh Galip'i, Yunus Emre'yle Karacaoğlan'ı bile hep böyle düşünmek gerekir. Bugün bile ilk kitaplarını yayımlamış bulunan Kemal Özer' in, Ece Ayhan' ın kendinden öncekilerle bir çatışmaları olduğu söylenemez. Bütün bu ufak tefek ayrımlar, bir biçim ayrımından, dolayısıyla kısa bir öz başkalığından öte nedir ki?..Yurdumuzda düşünürlüğünden ötürü kişilik yapmış; biçim anlayışını, duygu fazlalığını bu yolda harcamış şair var mıdır, bilemiyorum. 
    Şimdilerde şiirde yenilik sevinci, ya da yenili sözünün bunca edilir olması bütün bu sorunları batırıyor. Kendi dünyalarımızı, kendi alışkanlıklarımızı kınayamıyoruz. Üstelik bu alışkanlıklar da, şiir geleneğimizden doğan alışkanlıklar. Yani bir sürü biçim formülleri, sonra da bu biçimlerden elde ettiğimiz yeni biçimler...Ionesco, bunu sahneye uygulayarak şöyle diyor : "Sahneye söz koymak..." Yani söze yüklenen duygular, düşünceler bir yana; sözü, sahne içinde nonfigüratif biçimler haline getirme çabası...Günümüz şiirini de bir sürü öğelerden soyarak, "sözlerle yeni biçimler kurmak" diye tanımlayabilir miyiz, bilmem. Tanımlasak da, böylesi bir kahramanlığa, sonu "çıkmaz yol" olan bu uğraşa kaç sanatçının gönlü yatar acaba? Ama biz ne dersek diyelim, şiirimizde bir aşırı biçimcilik dönemi başlamıştır. Sebepleri ne olursa olsun, bu gerçeği görmemezlikten gelemeyiz. Ne var ki, nu arada, belli belirsiz kıpırdanmalar da yok değil. Son günlerde "Değişik kişilikler" deyimlerinin söz konusu olması da bunu anlatıyor. Çünkü değişik şiir alanları, ancak değişik düşüncelerle, düşünme yöntemleriyle kurulur. Bu da bir düşünü şiirine geçme eğilimini gösterdiği gibi, "sözlerle biçimler koyma" nın bir iki şairden fazlasını kaldıramadığını da tanıtlar. 
   Ben ayrıca duygudan, biçimden düşünce adına yararlanmayı, kendi gerçeklerimize de uygun buluyorum. Hatta şunu da söyleyebilirim : Batının şiir dünyasında yeri olan, ya da Batı şiirine etkin bir Türk şiiri yaratmak istiyorsak seçeceğimiz yol bu olmalıdır. Orhan Veli ve arkadaşları "halkın şiir zevkini" bulmaya yöneldiler başardılar da. Bize gelince, bütün bu davranışları kapsayabilecek bir anlayışla yazmamız gerekiyor. Galiba "zor şiir" dediğimiz de bundan başkası değil. 
   "Batının şiir dünyasında yeri olan şiir" derken, şimdilik sadece Batıya özendiğimizi söylemek istiyorum. Oysa onların gerçekleri bambaşka. Şiirleri de çeşitlilik ve değerlilik bakımından yüklü. Salt toplumsal kaygılarla yazan şairleri bile, çeşitli görüşleri savunup tartışıyorlar. İşte bu çeşitlilik içindeki her davranış da toplum katında bir anlam kazanıyor. Örneğin "Gerçeküstücüler"in çıkışı, toplumsal yasaklara, baskılara bir başkaldırma olarak değerlendirilmedi miydi? Gene İkinci Dünya Savaşı'nda aşk şiirlerine düşen Fransız şairleri yanında; emperyalizme, insan haklarının çiğnenmesine kafa tutan şairler de yok muydu? Ama bu iki davranışın da tek bir simgesi vardı denilebilir: Dayatmak!..Biri aşkla, öteki kavgayla... Bize gelince , şiirimizi sarmış bulunan "aşırı biçimcilik" sadece" sadece Batıya öykünme diye yorumlanabilir. Hele son günlerde dergilerimizi kaplayan şiirler Batıyı iyi bilen bir avuç aydını bile doyurmaktan uzaktır. Batı şairlerinin tutumları, yöntemleri elbette önemlidir; ama sadece önemli... Rus şiirinin ekininin, önderlerinden olan Puşkin bile, Batıda, öteki rus yazarlarından daha az sevilmiş, daha az yadırganmıştır. Çünkü Rusya'da, Puşkin kadar Batı zenginliğinden yararlanan bir yazar daha gösterilemez. Oysa bu yazar edindikleri, kendi toplumunun gerçekleriyle bağdaştırmasını da bilmiştir. Bizimse böyle bir sorunumuz yok! Melih Cevdet'in de bir yazısında belirttiği gibi,şiirimiz, Doğunun etkisinden kurtulmuş, bu kez de Batı şiirine sığınmıştır. Hem de nasıl; Batının şiir anlayışına vardıktan sonra,bundan kendi gerçeklerimize uygun bir sonuç çıkararak değil de, doğrudan doğruya bir şiir ithaline girişmekle... 
Sonuç olarak şunu söylemek istiyorum : Evet, şiir biçimdir; değişik biçimler yaratma sanatıdır. Ama ben, şimdilik buna inanmak istemiyorum. 

Yeditepe, 16 Temmuz 1959

Bu yazı, Adam Yayınları'ndan çıkan "Gül Dönüyor Avucumda" içinde, internetteki dolaşımı ise hayırsever birisi tarafından, ben oradan görüp buraya bir kopya bırakıyorum, kendi adıma okuma kolaylığı olması adına. Bağlantısına şuradan

27 Nisan 2015 Pazartesi

Yaşamın Ucunda. İnsanın Ucu-Bucalığında. "Buca"mı Bucak mı?

Ümit KIVANÇ / http://www.ipernity.com/doc/gecetreni/37399996/in/album/459945
Nerede saklı belli değil, nerede kararlı belli değil, kararsız o da belli değil, beli bükük, belli değil. Belli, belli değil. Dumanı üstünde, heyecanı bakir, zamanı yaya, yayalığı uzun. uzun ve devir kısalığında, bir oltanın ucunda, balık ucunda, iş, kaçış, tuzak, ucunda. Heyecan tam da kıçında, beklemek sonunda, gelecek uzunda, kısa şimdi de, müzik herşeyde, en çok da kimsesizde, onu da herşey sahiplenir, ne de olsa... Evveli derindir, sabrı kısadır, heyecanı -gene- uzundur, zamanı hep yayadır, yayalığı hep zamandır. Bir oyun oynuyor, kalabalığın içinde, kendi kendi haline /kısmen/ değil ama, bir ders ortasında, sözün doğrultusunda, ucunda, kıyısında, kıçında, içinde, notlarında. Saçmasapanlığında, saçmasapalığında, sapalığında, seviyor orayı, iş başlıyor, hayatın direnci, kentin içinde, insanların kalabalığında, telaşında, savrukluğunda, güçlülüğünde, güçsüzlüğünde, arabaların çokluğunda, kaldırımların kalabalığında, kiminin yol ortası duruşlarında... Bir oyun oynuyor, kendini unutuyor, kitabın, yazının, kenarın, kıyının ucunda, yaşamın ucunda. Yaya zamanı keşfediyor ucunda, bir sesin tizliğinde, ucunda kitapların, ucunda, sözlerin ucunda, zamanın en ince ucunda. Sonra, sonralıklarda, en dipte varlığın ucu bucalığında. Sonra kentin içinde, insanlar arasında, geçişlerinde, şaşkın, ördek, yavrusu mu gibi?, kıçında, gitmelerde, gülmelerde. En çok da bir çocuğun elindeki kalemle, bir kağıda değil ama eline bir şeyler yazıyor olmasında, işte o zaman -gene- hayatın ucunda, direncinde keşfediyor yaşamı, dahası sanıyor. Ondan uzaklaşacak, bir hayli öteye gidecek, üzerini topraklar örtecek, yeni bir yaşam direnci gelip oturacak. O da geçecek, geçen geçiyor, konuşmalar, susmalar da öyle, geçen geçiyor. Fotoğraf büyük iş görür bunlar arasında, yoksa ucundamı, dahası en çok ucu, bucalığında...Öğle araları, gün sonları, z raporları geçiyor. Müzik dinlemek geçiyor, çay içmek geçiyor, tünelin ucu geçiyor, tünelin ışığı geçiyor, biz, bire bir, bire sıfır, bire elli geçiyor, sıfıra sıfır geçiyor. Bir öğrenci geçiyor zamanın koridorlarında, öğrenecek, ona not verenler var, sıkıyorlar, dahası beklentileri var, gözleri üstünde, varlıkları ise soğukluklarında, samimiyetsizliklerinde, o yok, bulamazsın, burası öyle bir yer, öyle bir koridor. Kimse kimseyi bilmiyor, bu uğurda bir bilmeyi göze almamışlar. Neyse, şu kent misali, şu çocuk misaliyle hep birleşiyor, çocuğun gözleri çok güzel, bakıyorum, büyük, yakışıklı değil ama gözleri bir başka, büyük, iri, yanında ablası, her geçene bakıyor, kılık, kıyafetine, dikkatle bakıyor, soyuyor kavramlarıyla, ön yargılarıyla. Bir deneyimi var, çocuk bununla ilgilenmiyor, otobüs gelene kadar elinde bir kalem, kağıt yok, eline yazıyor, bir iki ofluyor pofluyor, ablasına bir şeyler soruyor, etrafa biraz az bakıyor, otobüsü gözlüyor ama. Bir geleceği var, şimdi de meşgul, dahası asılı... O çocuğa bakalım, şu otobüste uyuklayana, çantası sırtında uyukluyor, okuldan çıkmış, belli ki evine, gidecek. Ana yola yakın bir yerde iniyor, otobüs içerilere kadar girmiyor, kendi durağına gelene kadar uyukluyor, sallana sallana, şirin bir uyku, eli yüzü düzgün, hakkedilmiş, ulu orta herkesin içinde, durağından önceki bir durağa göre ayarlanmış uyku, ona kalkıyor, bir iki etrafa bakış, sonra ayağa, ayaktanda düğmeye, uzanıyor, basıyor, "duracak", durunca iniyor, bir açık tarladan evine gidiyor, gidecek, gitmeli...

14 Nisan 2015 Salı

Beklemenin İlkel ve İnsani Düzeneği

Burada beklemek, zaman ve mekan. Peki ya bunun aksi durumları?
Haddinden fazla bekliyorum bu aralar, vıcık vıcık bir beklemek bu, biraz romantik bir iş. Dahası bu beklemek istediği kadar dönemsel gözüksün, hiç de öyle değil aslında. Şu futbol takımlarının gayri-hukuklarından, gayri-sosyolojilerinden kalan bir şey; ezeli ve ebedi. Beklemek, taa başından beri insanın giydiği bir tereke. Bir dipnot bitmezliği, yetmezliği. Her gün bir beklemek-beklenen terekesinden çekip çıkarıyoruz şu yaşamı, dahası onun gecikmişliğinden ve gelecekteliğinden de. Öyle salt şimdinin fiili bir tecrübesi değil bu olay, zamansal, evet gayri-sosyolojik bir olay. Belki de şu türden bir şimdi; toplam bir yaşamı kat eden bir şimdinin fiili tecrübesi. Ki bu olay şimdi de tecrübesizlik olarak yaşanır, yaşamın direncine karşı herhangi bir tahvil geliştirme gücüne ket vurabilir, tecrübesizdir ve afektiftir. 

Şu beklemek denilen ilkel ve insani düzenek yaşamın en temel direnci olsa gerek. Dahası bu hususla, yani yaşamın tümlüğünü kat eden bir şimdinin fiili tecrübesinde tarihsel olarak beklenen ve beklenmeyenlerde inşa edilebiliyor. [Yağmurun yağmasını beklerken sel olmasının beklememek vesair.] Bunun adına belli türden bir toplumsal demek gerekebilir. Fakat bu türden bir beklemek heveskar ve yüzeysel bir beklemektir. Burada hiçbir afektif bir düzenek yok, yani evet karşımdaki kız arkadaşım şunu dedi ve olaylar gelişti gibi, bunda bile yok. Karşıdan gelen adamın bakışları söz gelimi, onda var. Daha önce kurgulayamadığım, dahası bu oyunun birer temayülü olarak da oyuna dahil edemediğim şeyler. Onlar yorucu işte. Fikrin doğumu ve gelişimini engellemeyebilir. 

Ne yapacağımı bilmemek, beklemenin düz dünyasına eğri büğrü çıkmanın, karşılaşmanın dışında pek de bir şey değil. Ha bu hususta yani beklemenin düz bir doğrudan yola çıktığı bir noktasında kendinizi saçaklanmış, evet dağınık bir şekilde bulabilirsiniz. Beklemek denilen şu olay; fikrin kendisine ket vurmaktan başka bir şey değil. Şimdi bunu tecrübe mi ediyoruz? Toplumsal tanım bunun böyle olduğunu iddia eder. Susalım. Kepenkleri kapatamıyoruz, bekliyoruz...

Bir de şu beklemek denilen zımbırtının mekansal hüviyeti nedir. Bir yerde, söz gelimi Ankara Garında mı bekliyorum, dahası kimi? Treni, sevdiğimi, gitmeyi, görmeyi, geri gelmeyi, bilmem hangi anı mı? Bu sözünü ettiğim anlamda, yani beklemenin bir imge etrafında beklenildiği, zaman ve mekansızlaşarak ,ilkel bir düzeneğe gönderme yapılarak beklemek en zor iş...Evet bu fikir denilen işin-olayın doğmasına, çalışmasına, yaşlı olmasını bir kaç şekilde engelleyebiliyor. çıkmaz da bu, yorucu olan da bu...

12 Nisan 2015 Pazar

Düşünmek ne la? Socrates'leştirdiklerimizden misiniz? Yoksa Socrates'leştiremediklerimizden misiniz?

Uyar eşlik ediyor.
Taze, dumanı üstünde, baskısı cebinde-devamında [ilk baskısı 18,000'km'yi tüketen, iki'yi sahaya sürecek olan], bir dergi girdi hayata, öyle birden girdi. [Sanki her şey birden girmezmiş gibi!]. Dahası-doğrusu hayatın hava topu mücadelesine...Sonra, düşüncelerin, sonra düşünce alanı icat etmenin, sonra düşünceyi yaya-yaymanın, sonra düşünceyi ulu-ortalamanın/üstüne... Tam da ikaz ışıklarını yakarak, bir nefes alanı açmayı deneyerek; "oksijenin tükendiğini hissettik" diyordu Caner Eler. Dergi ve Caner, tandem. Aynı maçın oyuncuları, dahası aynı hikayenin çerçeveye asılmış fotoğrafı. Caner'in hikayesi büyüktür.[Link/Video] Hikayesi başında ondan büyük görünürken o bu hikayeyi tersine çeviriyor, o hikayeden büyük oluyor. Hikayede büyük ya da küçük olmak pek de mühim değil, esas iş bu geçişlilikte. Caner öyle, hikayesi öyle. Geçişliliği hiç unutmuyor. İyimser, hatta belki de "militan iyimser"liğin [Ernst Bloch'un lafı] koşucusu. [Onu çok seviyorum, bak açık yazayım, sol açık; adamın sesi güzel, adamın yazısı güzel, adamın dinamikliği güzel, adamın eskiliği güzel, adamın yeniliği güzel, bisiklet anlatıyor, kızıyor, gülüyor. Anlayacağınız "afektif bir varoluş", gençten bir ufaklığa beni örnek alma diyecek kadar yakışıksız. Dahası şöyle biri var bak o daha iyi olabilir senin için de, ekleyecek kadar, yakışıklı...]

Alt Bölüm-Alt Hikaye: Dergiye Giden Yol, Onsuz Olmazdı.
Dergi, malum, "8'Nisan'da tüm bayilerde" denildi, Cuma akşamüstü Van'daki Migros mağazasına uğradım. Mağazanın dergi kısmına giderken karşıda bir akranım elinde dergiyle geliyordu, "aha dedim, var mıymış, kaldı mı?" "yok, bir tane vardı ve ben aldım" dedi. "Keşke sizden iki dakika önce gelseymişim" dedim, o da "evet öyle olsaydı" dedi. İki dakikayla dergiyi kaçırdım. Atletizme ilgisi varmış, "dev" ya da "büyük" sözcüklerini öne sürerek "kadro" dedi. "Evet, aynen öyle" dedim. "Bir tek eksik Caner'in o sesi" dedim. "Evet" dedi, hayır diyemezdi tabii. Dergiyle kasaya gitti, mutlu ayrıldı, ben mutsuz. Merkeze gittim, bir iki yay-sat bayisine. Her türden dergi olan bir bayide o yoktu. Bir tane daha Migros şubesi vardı. Şansıma, iki gün önce aramıştım orayı, arama kaydında kaydı vardı, tekrar aradım, dergiyi sordum, "bakalım ve siz bizi -şu kadar- sonra arayın" dediler, 10 dakika sonra tekrar aradım, varmış ayırmalarını söyledim. Bir saat sonra alacağdım, gittim aldım. Gidip, dergi bölümüne baktım bir tane daha vardı. Sevindim.  

İşin en başı, maçı başlatan düdük: Eurosport[TR]. Hikaye. O zamanlarda,  eş zamanlı [Ntv Spor'lu] Yenilsen de Yensen de [Link], hikayelerin buluşması, belki de örgütlülük; farklı renkler, farklı bahisler, farklı hikayeler. Az gidip uz gidip bir hikayeye sahip olmak, dahası ondan önce kalımlı bir hikayeye bakmak, yetmezmiş gibi "okumak", belki de yaşamla güreştirmek. Bir hikayenin, çeşitli hikayelerle eklemlenmesi. Örgütlülük. Oksijeni çoğaltmak. [Yaşam bundan ibaret; bir dergi ve bir kitap bundan ibaret, kahramanlar bundan ibaret. İbre bundan ibaret...]

Şimdi o dergi; Socrates... Biliyorsunuz bu arkadaş bir Antik Yunan filozofu. [Ki Pierre Bourdieu efendi onu ilk sosyolog olmakla takdim eder.] Dahası bir de bu isimle Brezilyalı bir futbolcu var, "Socrateş"["Obrigado Doutor!"] Bir de bizim mahallenin genç çocuğu, Socrates [Düşünen spor dergisi, sadece düşünmek gibi mesleki bir konum olduğunu düşünsenize. Mesleği sadece düşünce, nasıl olurdu?]

Derginin jön abisi Bağış Erten bir maç konuşması yapıyor derginin başında; Bu Devirde Dergi Çıkar mı, acep deyu. Karşıda bir soru, bir ürperti; "çıkmaz mı" ya da "niye çıksın?" İlk mesaj, öyle salt spormuş, düşünceymiş, hikayeymiş falan değil abi, gerçekler bunlar, herkes "aldımverdim" yaptı diye, toplam gerçekliğin içinden topacı döndürüyor...
İlk sayı, ilk mesaj: kahramanlar.

Kimi Jordan, kimi Maradona, kimi Socrates, kimi Muhammad Ali. Kimileyin de "kahramanların kahramanları"; Bradley Wiggins/Oasis grubunu. Eric Cantona ve Hagi/Cruyff'ü. Lewis Hamilton/Ayrton Senna'yı. Can Bartu/Lefter'i. Mesut/Zidane'ı. Eddy Merckx/Stan Ockers'ı...

[Biraz jürilik iyidir].
"Benim babam seni döver"le, benim kahramanım seni döver koşuşturmasını/heyecanını Bağış Erten-Maradona, Kaan Kural/Jordan üzerinden güreştiriyorlar, galip gelen yok. Hakem maçı bitiriyor, seyirciler bir daha izleyecek muhtemelen bu maçı. Zevkli. [Bu güşe sürekli bir güşe olacak.]

Oyuncu Uğur Yücel, kendi hikayesini Muhammad Ali'ye bakarak anlatıyor, dahası, öncesinde o da boksçu. [Şu boks işi bir tuhaf, rakibini vurmakla meşgulsün tabii daha az vurulmakla da. Sosyal Bilimlerde bu konuyla ilgili şaşaalı bir iş var, Bourdieu'nün yaveri Wacquant'tan: Ruh ve Beden/Acemi Bir Boksorün Not Defterleri]

Caner'in kahramanları yazarken ezilip-küçüldüğünden olsa gerek biraz karmaşık [EK:tekrar okudum hiç de değil, benim aptallığım] yazısıyla kahramanlar geçiyor sözcüklerinden. Geriye posterlerinin ve hikayelerinin kaldığını işaret ediyor...
İnan Özdemir, kahramanların geçmiş ve gelecek hikayelerini yazıyor; "iyi son" ve "kötü son" arasında dolanıyor, baskın olan kötüyü işaret ediyor. Biraz tekinsizlik, bu tekinsizliği yazısının vidası iyileştiriyor,
Jüriden devam;
Merkez Kort köşesinin en gür alkışına Banu Yelkovan alıyor..."İşte o Kadınlar" diyor.
Dosya sözcüğü hacimli bir sözcük, bir tasnif, bir raf, bir teknik takip istiyor. Bu sayıda "Dosya" kısmında Naim Süleymanoğlu var. Tanıklıklar anlatılıyor. [Ama evvela, şu illüstrasyonlar bir yana en beğendim grafik-düşüngöz Naim'in grafiğinde oldu, müthiş bir grafik. Şey diyor: insanlar bunlarla/umut-hayal-iyimserlik-emek-çalışmak sözcükler/vaziyetlerle onu kaldırabiliyor diyor.]

Dahası, bu ülkede oksijenin niçin azaldığını gösteren iyi bir karşılaşma: bu iş Bourdieu sosyolojisiyle konuşlanması, düşüngözetilmesi gereken bir mesele..."Tedrisi enkaz", "tedrisi ölüm" ve dahası "halk sınıfından çocukların seçimlerini/seçilişlerini okulun teknik seçimlermiş gibi göstermesi" meselesi.
T.B: Tayfun Bayındır. 

Allansen şu durumu bir izah etsene, "Bilal'e anlatır gibi anlat" ki anlayayım.


Derginin en özel bölümü: "Aldım verdim". Ben seni yendim diye devam eden yazı-tura işi. Yazar Akif Kurtuluş ile oyuncu Nejat İşler alıp veriyor, ilk 11 kuruyor, bir futbol kadrosu. Sevilenler ve sevilmeyenler var. Sezen Aksu'yla Hagi aynı takımda. Tolstoy ve Dosto rakipler. Hayal gücü dolanıyor, buralarda bir yerde...[birazdan bulacağız.]
Basketboldan iki koç: Aydın Örs'le Caner, Svetislav Pesic ile de Uğur Ozan Sulak konuşmuş. Hikayeler var orada. İzliyor ya da dinliyorsun gelip geçiyorlar, en azından bir döneme dair azıcık tanıklık ediyorsun, eee biraz şanslı hissediyorsun kendini.
Leyla ile Mecnun gibi bir [dizi] işe "imza atmış" Onur Ünlü'yle Onur Erdem konuşuyor.
Tekin'ler, şarkıcı Harun, eski futbolcu Metin Tekin konuşuyorlar. "Ah şu istatistik" diyorlar. Sosyoloji de öyle, ah şu nicel, ah şu niceleyiciler. Sıra iyi ki iktisada gelmemiş, sosyoloji ennn ennn çok ondan çok şikayetçi, azınlık ya da mikro sosyolojiler diyelim, yoksa diyerleri iyi anlaşıyor...
İnan Özdemir, her yılın Nisan ayının ilk iki haftasına konuşlanan "bisiklet/bahar klasikleri"ni yazmış, dahası yarın/artık bugün ki Paris&Roubaix için Fragman demiş. [Bugün Eursport1 13.00 gibi]. Önemini yazıyor, zorluluğunu. Dahası bisiklet her zaman bir fragmandır, küçük parçalarla, küçük hikayelerle oynar. [Yarın izlerseniz hissetmiş olacaksınız]
İbrahim Altınsay, Bielsa'yı yazmış. C.Ronaldo'lara burun kıvıran deli adamı: "maçı tek başına kazanacağını düşünen futbolcuyu takımda tutmam."

[Aramızda kalsın ne zor şeymiş böyle tek tek, "amirim şu saatte şuraya girdi, şurada şunu yaptı" gibi dedektiflik yapmak, buraya kadar yoruldum.]
Teşekkür...

Bitirmeden, ilk 11 ve yedekleri sayalım: "Maç Konuşması", "Merkez Kort", "Hiç Unutmam", "Kare Arkası", "Velev Ki", "Hariçten Gazel", "Aldım Verdim", "Tartan Pist", "Toprak Saha", "Doktor", "İsmet Kim Ki?" ve yedekler: "5harfliler", "Erasmus", "Fragman", "Tape", "Dış Mihraklar"

İmdi. Socrates'leştirdiklerimizden misiniz? Yoksa, Socrates'leştiremediklerimizden misiniz? [Latife canım herkes herkes olmasın, istediğiniz gibi, "Nasılım Ruhi Bey"]


6 Mart 2015 Cuma

İş Edindim!

İş edindim, biraz diş edindim,
Edebiyat için ne kadar doğru
hiç
belki de piç.
Şiir, hikaye, dil, kurgu, hayat
hayatın kendi, kendisi, sonra eskisi.

Bir büyük mesele büyür
gerisi mavi ya da sarı.
Dilimde Hasan Ali, onunla geziyorum...
Yakında, uzaktaki yakında, onu yakın yaptım.
Gerisi önemsiz...
İnsan, "doğdu, çalıştı ve öldü,
gerisi önemsizdir."

10 Şubat 2015 Salı

Futbolun Müstesna Ruh ve Devrelerine Devriye Gezmek




Serinin birinci cildi Osmanlı Melekeleri’nden sonra serinin ikinci cildi İdmancı Ruhlar. Mehmet Yüce ve onun diliyle, İletişim Yaynları-Ocak 2015
“Muhayyel Ahbaplar”la konuşan, azıcık gezgin çokça emektar ama oyundaki terimle ince gören makina mühendisi Mehmet Yüce günümüzdeki futbolun gerdirdiği [ve bunu da paranın alım-satım gücüyle yaparak, ipotekli bırakmadığı bir zamanda] ipin üzerine çıkıp [dolayısıyla ince bir dikkatle hatta rikkatle] futbolun, bizatihi futbolu oluşturan unsurlara; döneme, futbolcuya [ki onlar Yüce’nin dilinde osmanlı melekleri, beyefendiler, evliyalar’dır] başkana, hakeme, seyahatlere, azınlık takımlarına, bütün bunları neş’et eden futbolun kadim devrelerine -ipin üzerinden- devriye geziyor. Bütün bunlar Yüce’ye futbolun duruşmasında “yetkin” pazubandı takılan hakem arkadaşının bir futbol ansiklopedisi hediye etmesiyle başlıyor. Elbette çocukluğunda maçlarına gittiği, tribünde köfte ekmek yediği bir geçmişin zorunluluğunu ve hissini de hiç yanından kaybetmeden. Dolayısıyla kitabın bu açıdan şumüllüğü, inceliği, kendi içindeki dsiplin ve azmi yazarın hayatında meskûn olduğu için, hadiseye bakarken [mecmualar, tefrikalar, hayatlar, olaylar, haberler, vs] yazarın bu bakma biçimlerine giren/hatta başköşeye oturan dil’i de kadim bir devreden teşrif etmektedir. O halde, bir kitaptan veya ana unsuru yazıdan söz edilecekse oraya giren, bizatihi şumullüğünün hürmetine: üzerindeki giysiden, üzerine sıktığı kokudan, ayakkabılarının titiz-temiz olduğu kadar, dilin kurduğu-kurmak zorunda kaldığı arkadaşlık da [demsâz] o kadar tesirli olmaya başlıyor. Bu hususta hatırlayalım Wittgenstein: “Yeni bir dil kurmanın yeni bir yaşam biçimi, bambaşka bir tahayyül olduğunu söylemektedir.” Bu doğrudan veya dolaylı olarak çalışmayı biçimlendirdiği gibi, sağlam veya kırık bir iskemleye de oturtmaktadır. Yüce’nin kadim devreleri anlatırken kadim bir dili kullanıyor olması herşeyden evvel okur nezdinde heyecanlı bir işe girişmenin muştusunda bulunur, sağlam bir iskemleye oturup çayını söylemiştir. 

Günümüzde TV veya başka mecralarda salt oyuna gözünü tavşanca dikmiş, teknik-taktikle oyunu biçimlendirdiğini düşünen zevat-zabit kahramana bakarken, Yüce, “muhayyel ahbaplar”ıyla konuşup hadiseyi ve oyunu gözlemlerken âlime, beyefendiye bakmayı yeğliyor. Sonra bu bakmakla da kalmıyor, konuşuyor onlarla, onlar Yüce’nin muhayyel ahbapları, günümüzde çok fazla bakmakla biçimlenen futbolu okumaya, toplumsal olarak okumaya daha fazla zemin hazırlıyor bütün bunlar. Söz gelimi 1923’lerde memlekete yabancı takım kimliğiyle teşrif eden Slavia Prag takımı 6 gün içinde 4 müsabaka yapıp, hepsinden de galip gelirken Slavia takımına hazırlanan yemek listesini görüp, “o menüde de levrek var başka menüde de levrek var”, “yahu o dönem levrek İstanbul boğazında bol ve lezzetliymiş” anlaşılan diye bir sorunun peşine düşebilirsiniz. [Levrek birkaç kaynağa bakınca Mart mevsiminin âfeti-güzeli diye geçmekte oysa hadise Temmuz aylarında oluyor. Dönemler ve balıklar değişiyor mu?] Bu gibi sorular sormak, keyfi okuma kadar teknik/çapraz okumadan kaynaklı soruları da beraberinde getiriyor. Zaten toplumsal birliğin tesisi için kurulmuş ve gene içinde bir tür federasyon kurarak kısmi özerkliğini tamamlayanlara dair herşeyi “okumak” gerektiğini kadim insanlar, kadim alimler, kadim sosyologlar söylemektedir. Bu işin özü, topluma ve onun altyapısal bir unsuru olan oyun-futbola da bakmak ancak okumakla mümkün olur, bu gerçek bir anlamda inceliktir. Okumak dedik, bu hususta Yüce kadim devreleri yazarkan dönemin mecmualarını okuyor, dönemin kıyıda köşede kalmış hadiselerine fenerle bakmayı gerçekleştiriyor. Bütün, her yere konan ve vızıltısını eksik etmeyen perakende ışık yerine belirli yerlere [günümüzdeki D-SLR makinelerinin yaptığı gibi fokuslanan] fenerinin tuttuğu ışıkla fokuslanarak dilinin tuşuna basıyor, zaten tâb olanları tabii-görünür kılıyor. Bir tür okuma çeşidi olarak görmek de mümkün, lüzumlu, varlığı genişleterek okumak, futbolun şahsiyetini öğrenirken bu öğrenmeye farklı türden eklemlenebilecek başka bir incelik...Ama bir saniye, bu okumanın içinde heyecan, öğrenme ve keyif var.

Tabii bu noktada ‘futbolu-oyunu hangi insani düzenliliğe yerleştireceğiz’ diye bir soru sormaya kalktığımızda cevabı mümkün mertebe kültürün sınırlarında olacaktır, elbette bu artık rasyonel bir izâh yerine çokça folklorik ve mezbut kalmaktadır. Zira, bizatihi oyun artık ekonomiyle raks eylemektedir. Bu hususta ekonominin şöyle bir soru sormayacağını biliriz: “Türk futbolunda ilk şehirler arası seyahati (deplasmanı) hangi takım yapmıştır?” Kitaptan da öğrenmekteyiz ki ilk deplasmanı Ankara İdman Yurdu takımı yapmıştır, bu hususla ilgili Ankara takımlarından Gençlerbirliği’ne hem ekonomik hem de kültürel/folkorik bir teşekkür, bu hususta ‘bangır bangır Gençler Çalıyor’ şarkısında ‘folklorik meselelerden başka kimseye borcumuz yoktur’ deyü şarkı sözleri vardır! Bize öyle gelmektedir ki Gençler ve Ankara bu açıdan kültürel bir seyahatin şarkısını hâlâ söylemektedir. Ve ayrıca bu ziyaret Eskişehir şehrine olurken, maç sonrası keyifli bir yemek yenildiğini öğrenmekteyiz/Ankara ekibinin 0-5’li bir skorla kazanmasına rağmen! İlk komşu deplasman olarak Adana’nın Mersin’e yaptığı seyahatin olduğunu bilmek bir tarihi az-çok bilmekle insana yerel bir güven hissi veriyor, bu yerellik evrensele açılabilir elbette. 

Futbol insan için, insanın düzenlilikleri hem yaratma hem de ivme kazandırma takviminde olmazsa olmazlardandır, hatta ileri gidip hayatın belli dönemlerinde mahcubiyetle savunma [gol yememek uğruna verilen cefa] yapabilirken, hoş bir kıyafetle hücuma [neşeli gözyaşları için elbette!] da kalkabilir insan. Futbol ve hayat arasındaki benzeşimler ortak manalara açıkken farklar oldukça azdır, her ailede “teknik direktör” vardır, her ailede hücum oyuncusu olarak görülebilecek evin çocuğu vardır, futbolda “gol” nasıl yerinden kalkmış harekete meyyal bir neşe kaynağıysa evin küçük çocuğu da öyledir. Benzerler, uzatıp sıkmayalım, nereden ve nasıl anlamlandırdığınıza ve bunu hangi ölçekle yaptığınızada göredir. Yaşam kadar seyyaldir bu mesele. Mesela şu hususta yazarın yanına alıp konuştuğu muhayyel ahbapların bir hikayesi gözleri nemlendirmez mi: “Zeki Bey [Fenerbahçe takım kaptanı] ve Nihat Bey [Galatasaray takım kaptanı] maçla ilgili hatıralarını anlatmaya başladılar. Özellikle Milli Takım’ın ilk gölünü anlatırken Zeki Bey’in gözleri yaşardı. Aslan Nihat kendisine, üzerine Galatasaray Kulübü’nün gayın sin arması işlenmiş beyaz mendilini uzattı. Zeki Bey yaşaran gözlerini silerek yanındaki kadim dostuna teşekkür etti.” Bu esnada kitap tarihe baktığı kadar geleceğe de bakıyor, -gene- bu esnada elbette gözleri yaşlı olarak. Ama gene yaşam, okula gidip okuldan dönünce, pazara gidip pazardan dönünce, keyifli bir fikri taşıyıp ondan vazgeçince ve yeni bir kitabı beklerken kendine göre ama daha çok incelikli ve anlamlı. Şimdi [serinin üçüncü cildi olacak] Romantik Yürekler’i beklemenin özlemine kadar bekleyeceğiz, galiba bu esnada hayatın herhangi bir yerinde orta sahada top çeviriyor olacağız…

24 Ocak 2015 Cumartesi

Üretkenliğin Zarureti: Entelektüel Üretkenliğin Tere Otundaki Veçhesi


Üretkenlik sözcüğü ve karşıtı tüketmek sözcükleri doğrudan yaşamın maddi tezahürlerinde kaşık tutarlar. Üretmek yaşamdan alınan ilham veya veçhelerin maddi tezahürlerle şekillenmesi sonucu potansiyel bir varlık, yani performatif bir süreç kazanır. Aynı tezgahtan, aynı fabrikadan geçişler ve aşamalar yaşayan ve üretimde bütün bunların “süreç” olarak kavranmasından temayüller kazanmış olan üretkenlik bütün bu üretmek sözcüğünü kolaçan ederken hesapladığı/hesaplanan ve üretmenin koşullarınca şekillenen tüketmek üretimin tesislerinde üretildiği gibi, maddi hayatın devamında da şekillenir. Dolayısıyla sınırlarımıza öyle girmektedir ki; günümüzde üretici konumunda kazana kaşık tutan sınai üretim sistemi çoğunlukla sadece üretimi değil tüketimi, tüketimin boyut ve veçhelerini, anlaşmazlıklarını, zıtlıklarını da üretebilmek gibi bir hesapkitap içindedir, bunu sıklıkla yapmak zorundadır zira bütün bir sınai üretimin yakıtı, çoğunlukla rekabetin genişliğiyle, bu vesileyle canlılık kazanabilir. Bütün bunların yanında maddi tezahürlere sahip olmayıp, yani sınai üretime henüz gözünü açmayan entelektüel bir üretkenlikte söz konusudur. Entelektüel sözcüğü veya kişisi demişken bu sözcüğü Bourdieu’cü manada “kültürel sermayeye” sahip olanların dışında gündelik hayatta aramak icap eder. Zira okulda veya ailede doğrudan kalımlı ve uzamlı kılınan entelektüel süreç yerine entelektüel bir icabiyetin açıklığını içeren sokakta-gündelik hayatın tere otunda aramak icap eder. Bu açıdan entelektüel kişisini ve entelektüel üretimi sabit konumlar yerine, dağılan insanın/hatta hayatın dağıtan parçalanmışlığında, hayatın şu veya bu veçhesinde güneşe, rüzgara veye toprağa vesair farklı bir doğal-tarihsel bir olaya aldırış eden kişinin sınırlarına müdahil olan bir seyyariye an’a bakmak icap eder. Düşüngözümüzü -sabit- kitap okumak, kitap yazmak, bilgin veya alim olmak, ders vermek, şiir veya roman yazmak, kendi işini kendi görmek yerine gündelik hayattaki tere otunda bulmak gerekiyor, elbette bu esnada derdimiz –illa- yaşamın şu veya burasını anlamak-aramak icap ederse mümkün olacaktır. Bu açıdan bir semt pazarına, Cumartesi günü kurulan bir Semt pazarındaki hadiseye ve benzeri hadiselere düşüngöz atmak gerekir. Hatta öyle ki, bütün bu olaya anını anlayabilmek/kaydedebilmek için sabahtan başlayarak akşama kadar bütün günü meşgul etmek gerekir, bu süreci anlayabilmek o kadar uzun sürecektir ki, bu işi yapmanın “ne anlamı” olabileceğini anlayabilmek-kestirebilmek de oldukça müşkül bir hâl kazanacaktır, bazen öylesine fark etmiş olacağız ki, “yaptığımız iş gerçekten bir iş falan değildir”. Entelektüel sözcüğünden-kişisinden renkli olmasını bekliyorsak bu işi pazardaki renklerin içinde niçin aramayalım? Doğanın muhayyilesiyle içe içe geçen bir “aşkınlaşma”, “başkalaşma” sürecinde dikkat etmek ve en çok da dikkati aramak gerekir, bu açıdan saf bir bilgiyi taşıyan entelektüel kadar semt pazarında yaşı 90’larda olan bir hanımefendinin pazarda tanımadığı birine yardımcı olmasında da, 10 yaşında ciddi kitaplar okuyan ve çoğunlukla da vakitlerini kütüphane, sözcükler, kavramlar arasında geçiren genç bir çocuğun huzur ve huzursuzluklarını, umut ve umutsuzluklarını ve bütün bunları olanaklı kılan entelektüel sürecine/süreçlere bakmak gerekir. Sosyoloji veya farklı sosyal bilim alanlarında entelektüel bahsini işlerken: “bütün bunlara sahip olan kişi entelektüeldir arkadaşlar” deyû tanım yapmak zorunda olan hoca yerine bir pazardaki, bir inşaattaki, bir çocuğun çıraklığındaki sürece bakmak gerekir. Bu da elbette süreci, süreçsel bir inşaa olarak müşahede edecek bakışlarda, düşüngözünde de yata-yatıyor. İmdi, niçin bir marangoza, zanaatçiye entelektüel demeyelim? Rastladığım metin veya kişilerin anlattıklarında şunlar çoğunlukla vardı; “iyi bir zanaat erbabı olduğu kadar iyi bir entelektüeldi.” Bu çoğunlukla mümkün, el işaretini gösterip “ahanda arkadaşlar entelektüel budur” deyip sabitdurum yerine hareketliduruma bakmak gerekmez mi?

İmdi, denilecektir ki entelektüel sözcüğü veya kişisi çoğunlukla bunu zaten gündelik hayata bakarak yapar. Ahmet Hamdi Tanpınar veya Oğuz Atay’ı entelektüel kılan “huzursuzluk” veya “tutunamama” hali onların çıplaklığını bir türlü kapatamadığı/kapatamayacağı bir gerekçe olduğu kadar gerçekten sarih bir üzülmedir de. Çoğunlukla da başkası adına başkasızca, sakınmasızca düşünme. Bu noktada Uyar giderilmez eksikliğini tanırım onun derken kast ettiği buralarda bir yerlerdedir. Ama onların bütün bu huzursuzluğu işlerken aldıkları çiçekler çoğunlukla gündelik hayattaki olaylarda tebellür ediyordur. Onların bütün herşeyi bırakıp oralarla ilgileniyor olmasında elbette hakedecek bir sıfat entelektüel olacaktır. Ama meselemiz çoğunlukla entelektüelin çok görünürde olduğu, çok fazla yer kapladığı yolunda değildir, entelektüelin baktığı yere, pekala tere otuna bakılabilir gibi bakılabilecektir. Entelektüelin ne dediğine bakmayı çoğunlukla yaparız ama entelektüelliğe giden süreçlere bakmayı pek çok kere ihmal ederiz, [şu noktada bakarsak bile entelektüel sözcüğe-kişisinin yanında/birlikte yaparız. Çoğunlukla oto/biyografik metin ve günlükler bu vaziyeti görürler] bir gencin kitaplara aylık olarak ayırmak zorunda kaldığı paraya, vaktini meşgul ettiği ve sonrasında onu neş’et eden olaylara bakmak, en azından entelektüel tarihi not defteriyle tutmak bu hayatı, bu hayattaki bir sözcüğü veya kişiyi anlamak noktasında bize tertemiz bir havadis sunacaktır. Şu noktada gene bir entelektüel Turgut Uyar niçin bir şiirine hızla gelişecek kalbimiz demiş olsun ki? Gramsci’nin organik entelektüel bahsi vardır, tere otundan veya pazı otundan, pekala işini, “işin erbabı” olarak yerine külfetsiz olarak getiren zanaatçiden niçin entelektüel olmasın? Ki zaten çoğunlukla o yöne doğru elimizde mum ışığıyla yol alacağız! Sınai üretim entelektüel üretimi de ipotek altına alıyor gibi.

Hayatın şuralarda bir yerlerde olduğunu çoğunlukla bilmeyiz, zira bu üzerine belli bir miktarda –“boşa”- bahis/felsefe müşküliyatı gerektirir, ülkede Felsefe deyince “amanın!”, “görürsen, yanında kaç oğlum” diyebilecek çok aile ve insan tanıdığım için bu işi yapmak sosyal bilimlere düşüyor gibi. Ayrıca, şu noktada hiç farkı yok entelektüel sözcüğü ve kişisi “ahanda şudur arkadaşlar” diyen ve çocuğuna “hemen kaç yanından oğlum” uyarısı yapan insandan. Dolayısıyla entelektüeli hızla gelişecek kalbimiz diye bir şiirde, olayda, hayatın içinde aramak gerekir. Burası pekala bir pazaryeri olabilir! Entelektüel ürekenliği olmayan bir toplumdan bir halt olmaz, büyüklerimizden böyle öğrenmedik ama böyle hissediyoruz, zamanını boşluğa yuvarlamayan bir toplumda çoğunlukla da eksiktir. Ama eksiklik önemli bir şey. Öyle değil mi? Uyar, taa bilmem kaç yılından benim sarandünyama giriyor az şey değil bu? Bunun mecburen farkına varmayabilirim ama bu benim varlığımı genişletebilmem için elzem bir üretsel süreç. Bunu yaparken entelektüli hem büyütüyor hem de yerin dibine sokuyoruz da gibi geliyor bana. Ama bu öyle hemen karar verilmesi gereken, bir alım-satıma dahil olan bir malzemenin müşahedesi değil. Varlığın müşahedesi, değişimin, yer yer direnmenin. Neyin, ne olmadığının. Mananın…Uzaktaki yakının…İtirazın, sakınmasız başkasızca…



23 Ocak 2015 Cuma

Dünyaya Gözlerini Açmak veya Oğuz Atay


Biliyorsun işte, ben dünyaya gözlerimi Oğuz Atay'la/senle açtım, o giderilmez eksikliğimi giderilmez eksikliğimle örebilmek için. Ama bütün bunlar basit bir hesap kitabın işi de değildi. Yahu ne menem bir halta yarıyordu bütün bunlar sorularına cevap bulabilmek içindi. Güç bir soru ve sonsuzca boşlukla-boşlukta verilebilecek cevaplar artık bunlar. Hem artık bunu tek başına edebiyatta yapmıyor. sosyolojinin, tarihin, felsefenin, psikolojinin hepsi yapıyor. Aramak. Denk gelirse bulmak da değil. Eşelemek. Ama yetmiyor, görünür kılmak! Neyi görünür kılıyorsun ki? Zaten ortada herşey! Meşgul olmak zorundayız, bütün bu arayışı mesleki bir pratik olarak tesis eden zanaatler var şimdi, elbette ellerinde çekiç, tornavida, testere yerine kavramlar var, onlarla pekala bu işi gördüklerimiz konusunda hemfikir gibiyiz. İş görüyoruz bu dünyada, bir şeylerle uğraşıp bir şey uğruna döndürüyoruz kazanı. Edebiyatın kazanı çok büyük, sen de hak verirsin buna öyle değil mi? Diğer meslekler belli bir özerklik tesis etmek zorundalar, sürekli karşılarında dikilen kötü insani yatkınlıklar-alışkanlık söz konusu. Onları edebiyatta da bulabiliyoruz, aşmak çok güç. Ama edebiyat başka sanki. "Edebiyat yapma" diye bakkallarda, kahvehanelerde hatta ve hatta okullarda yetmişyedimilyon tane bahis dönüyor. Tuhaf işte, alışmak zor. Bir yerden başka bir yeri özleyebilmek gibi deli saçması hadiselerim var benim, biraz biraz toparlanıyorum. Galiba bu toparlanmanın yakın bir mesai arkadaşı var güç sözcüğünde bu da. Seni okumam henüz erkendi, azgelişmiş bir babanın azgelişmiş bir oğlu olarak henüz seni okumak erkendi, öyle tembih etmişti felsefe hocam. Eee biraz bekledim, sonra okudum kitabını. Sonbahar'dan Kış'a doğruydu, yeni taşındığımız evin balkonunda masanın üzerindeki muşambada okudum seni, dışarıda rüzgar vardı, aynısı içeride de vardı ama sessizdi. Öyle başladı bütün bunlar ve hep devam etti, o lahzalardan hatırladığım dışarıda rüzgarın olduğu ama bu rüzgar çoktandır içerideki rüzgarla hareket etmeye başlamıştı. Çoktandır okuyamadım seni, açamadım kitaplarını, korktum galiba. Toyken okumak kolaydı seni, asıl iş zamanlararasında okumaktı. Korkuttu beni. Mahcubum. Ama birden aklıma geldin, saatin herkesin öldüğünü söylediği bir vakitte -yani aşağıyukarı 05.00'de- aklıma geldin. Babana yazdığın mektubu internette gördüm, okudum. Benim mi seni terk ettiğimi yoksa senin mi benim çaresizliğimden beni terk ettiğini düşündüm. Bence sen beni terk ettin. Haklısın, kendimin dışına çıkınca mesafeyi açmış oldum. Ama ne yapayım bir yerden tutmak ve başlamak zorundaydım. Gene bütün bunlar oluyorbitiyor, bitmiyorolmuyor, sürüyor. sürecek, ilelebet. Ha, bir vakitte sana olan özel bir mektubumu yazacağım, inşallah mahcup etmem kendimi sana karşı.
Böyle, henüzlerle uğraşıyorum. Bir vakit geçsin diye öbür vakti kolaçan ediyorum geriye pek birşey kalmıyor. Özleyecek yüzüm olsa özleyeceğim seni!


13 Ocak 2015 Salı

Habitusa İçkin Yaşam:Beklenen ve Beklenmeyenin Yönelimselliği

[gene] bir gün ayakta bekleneni ve beklenmeyeni bekliyorum.

Yazı, kışı beklediğimiz gibi özlemi de bekleriz.
hatta,
beklemeyi de bekleriz.

Zaten beklemek başlıca bir iş edindiği/edinildiği için süreçseldir. Ve doğrudan doğa/tarih ikilisinin derinlikleri aynı olan bir havuzda suya girişten önce esneme hareketleri yapması kadar narindir de. Evvela herşey beklenir, yağmurun yağması beklenir, çocuğun doğması beklenir, çocuğun büyümesi beklenir, devrimin olması beklenir: gitmek beklenir, gelmek beklenir. Ama bunlara bütün olarak bunların yönelimselliğinden kaynaklanan/ona içkin olarak bir beklenmeyenler dizisi de beklenir. Doğaya içkin olarak tarihsel varlık olan insan, bu beklemeler arasında dolanıp durur, zira her bekleme karşıt türden bir beklenmeyeni yaratabilme potansiyeline de sahiptir. Beklemek ve beklenmeyen bu açıdan çift başlıklı ve dönüşümlüdür. Beklediğimiz şeyi/varlığı [en çok da fikri] beklerken araya bir beklenmeyen mutlaka müdahil olur, yaşam felsefesi denilen [lebenswelt] mesele bu beklenen ve beklenmeyenin araya karışmasından dolayı biraz gerginleştirerek, savunmada hata yapma olasılığı yüksek miktarda sayısallaşacak bir edimi taça veya fikri düşünsel süreç olarak ideolojiye/nesneye gönderir. Beklenenin yol açabildiği, onun olası imkanlarına dahil olan/hatta bizatihi araya karışmak zorunda kalan beklenmeyen bu noktada beklenin üretken ihtiyatlılığına karşı sözünü gruba gönderir. "Grup"/kitle fikri bu noktada pekala sosyal cemaat olabildiği gibi, kişinin kendisi, [lebenswelt'i], deneyimi de olabilir. Topluma bakarken kuracağım ve doğrudan harekete geçip/yönelimsel fail etkinliği kazanabileceğim hareket bu beklenenin ve beklenmeyinin öngörüsü ile ilerler. Ne kadar çok beklenip, onu ilişkisel olarak beklenmeyenin üretken koşullarıyla düşünmeyi öğrenebilirsemse/bunu yaşamın şu veya bu halinde keşfedebildiğim takdirde doğrudan yaşamın ve bizatihi bir tarihin içine girmiş olurum. Zaten evvela o tarihin içinde olmama rağmen bu beklenen ve beklenmeyenin yapısal konfigürasyonlarına müdahil olmam, tarih/tarihsellik denilen meseleyi sosyal bir konum olarak tesis edebilmem, beklenen ve beklenmeyenin müşahedesine borçludur kendisini. Bu da ancak beklenen ve beklenmeyene dair her zaman yatırım yapan: fikir, düşünsel süreç, affect, bilme eyleme, üretmek gibi sözcüklerle kendini zaman zaman bize gösterir. Beklenen beklenmeyeni yatay kesebildiği gibi, beklenmeyen beklenini dikey kesebilir, neyin neyi/nesi nasıl kestiğinden önce bizim [güzel birini keser gibi!] bekleneni ve beklenmeyeni kesmemiz gerekiyor [buraya bir ara pragmatizm firmasının reklamı gelecek!]
Abi/abla vereyim mi bir habitus?

Beklenene yapılan yatırım beklenmeyenin müşahedesince, ona atfen sağlamlaştırılabilir. Beklenen her vakit/hergelesinde bir beklenmeyeni sofrasına davet eder. Telaş sözcüğünü bu noktada beklenin beklenmeyenle ilişkisince ayrıştırabiliriz. Bütün bunlara hasıl olan, düdüğü çalan soru şu: toplumsal dünya benim yaşamdünyama/sarandünyama, bir noktaymışım gibi göründüğüm bir noktaya kadar gelip, beni [dolayısıyla benim bulunduğum toplumsal konumuma bakmayı da ihmal etmeyerek] nasıl ve hangi sebeplerle harekete geçirip yönelimsel fail yapar? Bu noktadan sonra tarihin zorunlu bir parçası olma mücadelemiz ve sosyolojinin ve zorunlu bir sosyal felsefenin anlamlı bir süreç olduğunu/arayış olduğunu fark ederiz. [Not italikler kafamı döndürdü. Ama iyi bir şey bakmayın öyle!]

11 Ocak 2015 Pazar

Toplumsalı Gözeten İlginin "Sıkıntısı"


"Fotoğraf koyayım da tam olsun" derken, sıkıntısı hiç bitmeyen "ya kanka ne sıkıntı yapıyon ya" diyeceğim tutan Bourdieu ustanın yapışıksıkıntılı bir fotoğrafını ekleyeyim dedim.

Kracauer'in "sıkıntısı" aldı aklımı, alırken bir şeylerde bıraktı o esnalarda, bıraktıklarını/[henüz bırakmadıklarını anlamayarak, "zaman" denilen sözcüğü henüz bir sonraki zamanla ayırtetmek zorunda olarak] bir yazayım. Herif bir kere, sıkıntının "yere göğe sığmayan" ama gene bir insanın çehresinde toparlanan sıkıntısını [bu sıkıntı düşün sürecinin beden süreciyle ayrışması/ayrıştırılması, birbirlerini gözetmesi, bu gözetimin "son kertede"si olan maddi üretken failin/muhtarın onayına tabii olmasına kadar devam eden bir patika olması ve sair.] anlatıyor. Sonra kendi içindeki sıkıntıyı anlattığı kadar kendi dışında beliren ve gene kendi sıkıntısına hal çare ararken başka bir aksta buluşup/seyyariye olan [gene kişinin kendi sıkılmışlığına çarpıp sıkıcı gelen, ama aslında gerçekten çok sıkıntılı olan] yapışıksıkıntıyı anlatıyor. Bu yapışıksıkıntı neviinden şey doğrudan insana dair olmakla birlikte insanlığın tamamındaki üretken akslara da daidir. Yani galiba sıkıntı ezelden ebede'dir demek gibi bir şey bu durum. Asıl mahiyet sıkıntıların birinden kaçarken bir başka şeyin sıkıntısını nasıl sıkıntısızca/daha az sıkıntıyla yıkayabileceğimizdir, bu türden işler için hangi özelliklere haiz deterjanı kullanmak zorunda olduğumuza dair bir kolaylıktır. Bu noktada pekala yaşam sıkıntısı olarak kavrama gücümüz olacak sıkıntı genel bir bireysel/kitlesel sıkıntının türü olabilir. Aslında fırından ekmek alırken, fırıncının bir şeyler söyleyip benim bu birşeylerden anladığım şeye vereceğim olası bir cevap olan "bu işte bir sıkıntı var" kelamının hangi tonlamalarda/müşahedelerde temelleneceğidir. Evet bir sıkıntı olduğu aşikar ama sıkıntı, sıkıntılı olarak kavrananın kendi sürecinden kaynaklı bir çaresiz sıkıntıysa onu nasıl anlamlandırmak gerekir/gerektiğine dair "sıkıntıya dahil olan" bir sıkıntı söz konusu da olabilir burada. Sıkıntılar arası akslar olduğu gibi, "problem" sözcüğünün etrafında dolanan sıkıntıya patika oluşturabilecek üretken sıkıntılarda olabilir. Zaten mesele burada. Bu üretken sıkıntının özkaynağını, geçici/ heveskarsıkıntılardan nasıl ayırt edebileceğimizdir, insanların ellerindeki alışveriş fişlerinde [doğrudan toplumsalın alışverişi sosyolojik bahisle böyle ilerler ve bunu böyle basit bir sözcükle adlandırmak gerekir] Ali, Ayşe, Ömer, Ezgi'den [ve soyadları olmak üzre] önce onun yaptığı- "varlığı" sıkıntılıdır ama bu sıkıntı onun bir bahsi gözetmesinden kaynaklı bir heveskarsıkıntı mıdır yoksa bir bahsi/sürekli ve süreksizliği belli olmayan kendisinde yapışıksıkıntı olarak sürekli var olan ama her an bunu üretkensıkıntı'ya dönüşümlülüğünü sağlayabilecek bir fişi belirgin kılmak doğrultusunda: sıkıntının muhtaçlığından, onun çelimsizliğini azaltabilecek, en azından ufak bir faydası olabilecek bir sıkıntıyı aşikar kılmaktan söz ediyorum. [Tam da toplumsal ayrımlar buna dairdir, kendi içinde daha çok maksatlı ilginin olmasını sağlar, dışarıda bıraktıklarıyla vardır] Dolayısıyla "mesafe" sözcüğünü kat eden iletişimsel aksların her an tetikte ve fail olabilmesi için üretken sıkıntıyı azaltan/veya arttıran bu aksların birbirleri arasındaki iletişimsel sürekliliğidir. Fırıncının beni tanıması benim işimi kolaylaştırır, ama sıkıntımı kolaylaştırmaz. Hocam kişisinin sınav sorusu işimi kolaylaştırır ama sıkıntımı kolaylaştırmaz. Annemin sevdiği yemeği yapması işimi kolaylaştırır ama sıkıntımı kolaylaştırmaz. Bütün bunları işimi kolaylaştırıp/sıkıntımı kolaylaştırmayan bir bahis ancak üretken failin üretken sıkıntısının fişteki açıklığıyla iletişimsel aksların üretken sıkıntısıyla halledebiliriz. [gibi geliyor.]

Durup dururken hayatının bir noktasında ben sosyoloji okuyacağım deyip sürekli bir sıkıntıyla hemhal olan birinin yapışıksıkıntısını nasıl azaltabileceğimizdir asıl mesele. Veya atık kağıt işçisinin gece vaktinde çıktığı/sokaklarda dolaştığı bir esnada ona dair maksatlı bakışlarımızı geri çekmemiz ve ona yardımcı olmamız gerekirden kaynaklı bir ilgilisıkıntının [isterseniz yük diyelim] azaltılmasına dair verimlisıkıntıya sahip olmaktır. Gene bir sözcükle "farkındalık" sözcüğüne konu olmuş üretken meselelerin açıklığına dairdir bütün bunlar. Zamanını zamanlararasılıktan sürekli çekip çıkarmak zorunda olan bir hocanın öğrencisine ilgili zanaatin iletişimsel akslarını aktarmasından/göstermesinden dolayı kendi yükünü başarıyla azaltabilecek ve bütün bir eylemsel düzen ilkesini açıklığa kavuşturup/tetikleyebilecek bir sıkıntının azaltılmasıdır bütün bunlar. Yükler azaltılmalı, ama bunlar her zaman bir dahasını zorunlu kılıyor [gene-toplumsal saha ve zeminin mümkün maça uygun koşulları her zamana biri daha lazımdır üzerinden işler, lazım sözcüğünü liberal bir niyetten çok insani bir temelde gözetiyorum] Sıkıntı üzerine düşünmek Kracauer'in  açtığı hattan sıkıntıyı arttırabildiği kadar azaltabilir de, tabii bunlar tek başına olacak işler olmadığı için, sıkıntıya çıraklık/kalfalık edecek/doğrudan etki edecek biri daha lazımdırları bulmak/yaratmak lazımdır. Hocanın öğrenciyle diyaloğu en çok bu temelde yükselir, bilgiden önce. Ama tabii "şunu-bunu getir evladım" demekten çok ortak ilginin müşahedesiyle olacak işler tabii. Sıkıntı güzel, sıkıntılı olmak bu esnada güzel gibi geliyor bana, hem doğrudan politikacıların ağzından süzülen "şu kadar bu kadar geliştik", "milli hasıla", "kişi başı şu kadar gelir" yerine bu değerlere sarılmak, bu değerlerle gelişmek gerekiyor. Toplumsal gelişim, toplumsal refah denilen hadiseler en çok da buralardan çıkıyor [gibi gelmekle birlikte] o'nun sıkıntısını bilmek gerekiyor. Kendimizi tanıtırken veya çok basit ne yapıyor bu sosyoloji sorusuna cevap arayışında olup/cevap verirken olduğu gibi bizdeki çelimsizliği alacak ve benim çok daha rahat konuşmama sahavezemin olacak ve aslında bütün bu toplumsal çelimsizliği "bahisleri yükseltmek" kelamıyla eşitleyecek bir meselenin/sıkıntısına bakmak gerekiyor.

Sıkıntı bu anlamda kendi yapışıksıkıntı veya heveskarsıkıntının ayrışması ve toplumsal yayılımda/yataylıkta üretkensıkıntının iletişimsel akslarla birlikte hareket temelli bir eylem düzenliliğine işaret ediyor...

Laf, şimdilik burada/olduğu yerde biterken olmadık yerde de başlasın. Sıkıntı en çok bu işe yarar.


Siegfried Kracauer: "Can Sıkıntısı"/Yaşam Sıkıntısı

Bu aralar bir hayli kafam karışık, aslında kafam karışık değil varlığım karışık [bildiğin Heidegger'ci anlamda öteberi meselesi işte!], bunlara tekabül edecek bir sözcük sıkıntı tabii, sadece kendi sıkıntısına ait olmak gibi bir durumumda söz konusu değil, kendi dışımdaki meşgulsıkıntılarla yani genel bir sıkıntı halinden söz ediyorum, gördüklerime dair; bozkır çoraklığındaki bir sıkıntı olduğu nispette maki ikliminde de görülebilecek/altyazısı geçecek bir sıkıntı. Ehliyeti olmayan birinin sıkıntısı bunlar en çok. Düşünce ve düşüncenin [belli kriteri olan/olmaktan başka çaresi olmayan] verimli olanından kaynaklı bir verimsiz sıkıntı. Ama mesela düşünce olunca sıkıntının verimli veya verimsiz oluşu önemli bir radde/hâl. [Bu gene herhangi bir sıkıntı anında düşünmeye değer]. Devam edeyim, buna yakın bir yerden geçiyorsanız sözcüğünüz sıkıntı veya tatsızlık neviinden şeyler olur gibi geliyor bana, işte o esnada Siegfried Kracauer'un [Adornogillerin mahallelisi, Simmelgillerin kalemi/silgisi, ama boşverin basbaya kendisi] "Kitle Süsü"nün içinde bir metnine denk geldim, aha dedim valla olaylar böyle geçiyor benim muhitte de, çok iyi yahu dedim, onu bir şey yapayım derken ben bunu bloğa asayım dedim, [yaklaşık 25 dakikadır bunu yazıyorum, dönüp okuyabilmek açısından büyük fayda görür.]



Şöyle alalım sizi:

"Bugün, sıkılacak zamanı olup da sıkılmayanlar, hiç kuşkusuz, en az sıkılacak zamanı olmayanlar kadar sıkıcıdırlar. Çünkü bu insanların benliği kaybolup gitmiştir; eğer bir benlikleri olsaydı, bu benlik bilhassa da günümüzün koşturmacalı dünyasında onları amaçsızca, nerede olursa olsun uzunca bir süre durmak [langweilen/canı sıkılmak,  lang verweilen/uzun süre durmak] zorunda bırakırdı.
Çoğu insan boş vakit bulamıyor kuşkusuz. Bütün enerjilerini temel ihtiyaçlarını karşılayacak kadar bir gelir peşinde koşmakla harcıyorlar. Bu can sıkıcı zorunluluğu daha katlanılır kılmak için, meşguliyetlerini ahlaki bir peçeyle süsleyen ve hiç olmazsa ahlaki açıdan bir ölçüde rahat etmelerini sağlayan bir iş etiği uydurmuşlar. Kendini ahlaklı bir varlık olarak hissetmenin verdiği gururun bütün sıkıntıları giderdiğini iddia etmek abartılı olur; fakat bizim asıl konumuz gündelik angaryanın doğurduğu amiyane sıkıntı değil, çünkü bu sıkıntı, insanları ne öldürür ne de yeni bir hayata başlatır; ahlaki açıdan onaylanmış bir işten daha makbul başka bir iş sunulur sunulmaz giderilen bir hoşnutsuzluğu ifade eder sadece. Bununla beraber, işlerini ara ara esneyerek yapmak durumunda olan insanlar, işlerini hevesle yapanlardan daha az sıkıcı olabilir. Bu ikinci, mutsuz tipler, koşturmacaya her geçen gün biraz daha derdinden dahil olmaya zorlanır ve sonunda ne yapacağını bilemez hale gelir; yapmaları gerekeni görmelerine imkan sağlayacak sıradışı, radikal sıkıntı, onlara sonsuz uzaklıktadır artık.
Yine de, hiç boş vakti olmayan kimse yoktur. İşyeri daimi bir barınak değildir, Pazar günleri kurumsallaşmış tatildir en azından. Dolayısıyla esasen herkes bu güzel tatil saatlerinde kendini toparlayıp gerçek sıkıntıyla karşı karşıya gelme imkanına sahiptir. Fakat insan hiçbirşey yapmak istemese bile, ona bir şeyler olur. Dünya, insanın kendine gelmemesi için elinden geleni yapar, insan dünyayla ilgilenmese bile, dünya insanın huzur bulamayacağı kadar, nihayet hak ettiği gibi adamakıllı sıkılmasıyla ilgilenir.
İçinden doyumun filizlenebileceği bir doyumsuzlukla dolu bir halde, akşamları sokaklarda gezmeye çıkılır. Çatıların üzerinden ışıklandırılmış sözcükler süzülür; insan kendi boşluğundan reklamların yabancı dünyasına sürülmüştür bile. Beden asfalta kök salar; artık kendi ruhumuz olmayan ruh, aydınlatıcı, ışıktan vahiyler eşliğinde, karanlıktan karanlığa dolaşır durur. Ah bir kaybolabilse! Ama bir atlıkarıncaya hizmet eden Pegasus gibi, daireler çizmek zorundadır; bir likörün yere göğe sığmayan ününe ve en iyi beş-kuruşluk sigaranın faziletlerine övgüler düzmekten yorulması yasaktır. Bir çeşit büyü, ruhun onlar dolayısıyla kendini durmadan yeni bir parıltılı cümleye dönüştürdüğü binlerce ampulle ruhu mahmuzlar.

Bir anlığına kazara geri dönecek olsa, bir sinema salonunda kendini şekilden şekile sokturmak için çekip gideceketir beklemeden. Sahte bir Çinli olarak sahte bir afyon kahvesine çömelecek, bir film divasının hoşuna gitmek için gülünç zeka gösterileri yapan eğitimli bir köpeğe dönüşecek, yalçın dağların arasında fırtınaya tutulup büzülecek, aynı anda hem sirk sanatçısı hem de aslan kesilecektir. Nasıl direnebilir ki bu başkalaşımlara? Doldurulmasına itiraz etmeyeceği boşluğu afişler üşüşür ve tahliye edilmiş bir palazzo [saray/palas] kadar ıssız ve çıplak beyaz perdenin önüne sürükler onu; görüntüler peşi sıra akmaya başladığında, artık dünyada onların değişip durmasından başka bir şey kalmamıştır. Şaşkın şaşkın perdeye bakarken insan kendini unutur; o muazzam kara delik, kimseye ait olmayan ve herkesi tüketen bir hayat yanılsamasıyla canlanır.
Radyo da daha onlar tek bir kıvılcım bile çakmadan varlıkları buharlaştırır. Çoğu kişi yayın yapmaya zorunlu olduğuna inandığı için, insan kendini sürekli Londra'ya, Eyfel Kulesi'ne ve Berlin'e gebe, daimi bir alıcı [Empflagnis] durumunda bulur. O zarif kulakların albenisine kim karşı koymaya çalışır ki? Oturma odalarında parıltı saçar, kafaların etrafını kendi kendilerine sararlar; incelikli bir sohbet açıp ilerletecek yerde, kendi olası nesnel sıkıcılıklarını bir kenara bıraksak bile, dünyanın kişiye en ufak bir kişisel sıkıntı hakkı bile tanımayan gürültüsünün oyun alanı geline gelir insan. Ruhları çok uzaklara dolaşmaya çıkmış gibi, sessiz ve cansız bir halde yan yana oturur herkes; ruhlar kendi keyfine göre dolaşamaz ama, peşlerine düşen haber sürüsü rahat vermez; kısa bir süre sonra da, kim avcı kim av, artık kimse bilmez. İnsanın bir kirpi gibi kıvrılıp kendi önemsizliğinin fakına varmaya çalıştığı kafelerde bile, heybetli bir hoparlörden gelen anonslar doldurur mekanı; kulak kesilmiş dinleyen garsonlar, bu gramofon taklidinden kurtulmayan yönelik yakışıksız talepleri sinirle geri çevirir.

İnsan antenlerle gelen bu yazgı türüne maruz kalırken, beş kıta giderek birbirine yaklaşır. Ama aslında kıtalara yayın biz değilizdir, sınır tanımaz emperyalizmiyle onların kültürü bizi kendine maleder. Boş midenin yarattığı rüyalardan birini görüyoruzdur sanki. Çok uzaklardan küçücük bir top gelir üstüne doğru, yakın plana girdikçe büyür ve sonunda seni ezer geçer; onu ne durdurabilirsin ne de ondan kaçıp kurtulabilirsin, büyülenmiş bir halde kalakalırsın yattığın yerde; dev bir heykel zavallı bir oyuncak bebeği süpürür atar, cüssesi altında kaybeder onu. Kaçıp kurtulmak mümkün değildir. Çin'deki karmaşayı başınızdan ustaca savdınız diyelim, Amerika'daki bir boks maçının hemen üstünüze geleceğinden kuşkunuz olmasın; Batı ise, ister kabul edin ister etmeyin, hep tepenizdedir. Şu yerküre üstündeki tüm dünya-tarihsel olayların yalnızca bir arzusu vardır: Nerede bulunmamızı, arzu ediyorlarsa, orada bir buluşma ayarlamak. Gelgelelim, efendileri kendi evinde rast getiremezsiniz; seyahate çıkmışlardır ve yerlerini bulmak mümkün değildir. Boş odalarını uzun süre önce şimdi efendi kendisiymiş gibi yapan surprise party'ye bırakmışlardır.
Peki ya insan kendini böyle kovalatmayı reddederse? İşte o zaman, insanın, deyim yerindeyse, kendi varoluşu üzerinden tasarrufta bulunmasına kesin bir biçimde güvenceye aldığı için, can sıkıntısı yegane bir uğraş haline gelir. İnsan hiç sıkılmamış olsa, başta da iddia edildiği gibi, muhtemelen hiç var olmamış olur, dolayısıyla da yalnızca bir başka sıkıntı nesnesi olurdu -çatılarda ışık saçar veya film şeridi olarak gösterime sokulurdu. Ama eğer insan varsa etrafını kuşatan, insanın var olmasına tahammülü olmayan bu soyut velveleye ve onun içinde var olduğu için de kendisine ister istemez canı sıkılacaktır.

Güneşli bir ikindi vakti herkes dışarıdayken yapılacak en iyi şey, tren istasyonunda aylak aylak gezinmek veya daha da iyisi, evin perdelerini çekip kanepenin üstünde kendini can sıkıntısına teslim etmektir. Hüzünle kaplanmış bir halde, süreç içinde gayet dikkate değer bile olabilecek fikirlerle flört edilir, durduk yere ciddiye binen farklı projeler tasarlanır. Sonunda da insan, kendisiyle başbaşa olmaktan başka hiçbir şey yapmamak ve aslında ne yapması gerektiğini bilmemekle yetinir. -masanın üstünde duran, camdan yapıldığı için sıçrayamayan cam çekirgeden ve kendi acayipliğiyle hiç mi hiç ilgilenmeyen ufak kaktüsün absürtlüğünden etkilenir sempatisiyle. Tıpkı bu süs-varlıklar gibi ciddiyetsiz bir halde içinde hedefsiz bir huzursuzluk besler yalnızca, kenara itilmiş bir arzuyu, olan ama aslında olmayan şeylerden duyduğu bıkkınlığı büyütür.
Fakat insan sabreder, şu meşru can sıkıntısına özgü sabrı gösterebilirse, adete bu dünyaya ait mutluluklar keşfeder. Rengarenk tavus kuşlarının kurula kurula dolaştığı bir manzara belirir, ruh dolu insan imgeleri gelir gözünün önüne. Bak, senin ruhun da dolup taşıyor, kendinden geçmiş bir halde o hep eksikliğini çektiğin şeyin adını koyabiliyorsun artık: büyük tutku. Bir kuyrukluyıldız gibi sana ışık saçan bu tutku aşağı inse, sarıp sarmalasa seni, başkalarını, bütün dünyayı - ah, işte o zaman sıkıntı biter, olan her şey sahiden olurdu...
Ama insanlar uzak imgeler olarak kalır, o büyük tutku ufukta sönüp gider. Dinmek bilmeyen can sıkıntısı içinde, tıpkı bu yazı kadar sıkıcı, önemsiz şeyler yumurtlar insan."

8 Ocak 2015 Perşembe

Hüzün/Keyifli Hüzün Şarkıda Buluşup Seyyar Olunca/Hayat Güzel Olunca

Tuhaf şeyler hissediyorum. Grek müziğini dinlerken onun içine giren onunla büyüyen bir sevinci çoğunlukla hissederim, bunu yaşayamamak/Wittgenstein'ci bir bahisle "dilinden anlayamamak"la kesintiye uğruyor bu sevinç/sekteye: iki ters bir düz oluyor. Tuhaf tabii bunlar, kültür denilen mesele veya meşgale biraz böyle verdikleri kadar aldıklarıyla da var, o müziği dinleyebilmek/bu bağlamda yaşayabilmek için o müziğin içinde büyüyen yeşillikleri, çiçekleri, böcekleri de görmek gerekir gibi tuhaf bir ikilemin/iki ters bir düzün hissi bütün bunlar. Sadece bu da değil, hayaline düşülen/düşünülen, otlarında oturulan, binalarına bakılan, bir sandalye alıp üzerine oturulacak, havası sonulup, yemekleri yiyilecek başka yerler/kültür olarak adlandırılan işlerle yaşam denilen meselenin etrafında dolanmak, bunlar güzel işler. Örülü ve örgülü işler. Ama mesele bu kadar somut/yazılı/sezili haliyle bitmiyor, çaba gerektiriyor. Bu noktada zannediyorum başka affectler/kültürel/yaşamın kötü affectleri devriye gezer/inzibat süzer hattında düdüğünü çalıyor: edinilen kültürün yer çekimi. Bu bahis tuhaf, bütün bunlar şu esnada aklımı çeldi/yeldi aldı. Herşeyi geçtim verdikleri ve aldıklarıyla yaşamı düşünmek zor galiba, ama iyi ki ses var/örgü var: bir noktada müziğin örgüsü/yaşamın örgüsü [gibi.] Varolsun, sağolsun. 

7 Ocak 2015 Çarşamba

Yakında Çıkacaklar, "Afişe Çıkmak"


Bu başlık sahiden bir başlık olmanın çok ötesinde, bir kategori, bir yaşam heyecanı./Hatta okuryazar servisinin motoru. Neyden mi söz ediyorum? [Aslında herşeyden, ama bir saniye] Yayınevlerinin web sayfalarına asılmış “Yakında Çıkacaklar”-"Hazırlanan Kitaplar"-"Masaüstündekiler"-"Mutfaktakiler" ve sair bahisle levhalandırılmış üretim kategorilerinden söz ediyorum, acayip heyecanlanıyorum orayı görünce, ne güzel diyorum, insanlar “yakında çıkacak” bir şeyler üretmiş, yakınında çıkmış, ama onu herkese yakın yapmanın derdinde ve sair. Bunu görünce keyifleniyorum, acayip tatlı bir duygu. Bütün bunlar olduğu kadar bütün bunlarda değil, önceden beklenilen, aranılan, yeri ayırtılan, bayiisine gidip geldi mi, diye bakmalar ve sair. Hepsi özel. Belki de şaşırmaya meyyal bir gözle yakınlaşmanın yakın bir ışığı; “farkındalık”, yaşam uyarısı veriyor bana. Yeni bir şeyler öğrenecek olmanın heyecanı, bu "yeni" kategorisinde öğreneceklere eklemlenmiş eski kellifelli bilgilerin rahatsızlığı-romatizmalarının azması/"yağmur yağması". Sonra, hoşuma gidecek başlıklar/bölümler/en sona ve tas tamama yayılan ve aslında uzunca bir trenyolunun/"demiryolistanın" rayları olan cümleler; biten, yayılan, bekleyen, şaşıran, sersemleten, ağlatan, güldürmeyi başaran... Seyretmesine hiç doyamadığım kısa bir film gibi, filmi çekenler bu hayatla kültürel bir ilişki kuranlar oluyor genelde, bilgiyle çetin bir mücadeleden çıkıp bilgiyi mübadeleye dönüştürüyor bütün bu kategorinin şemsiyesi altına sığınanlar, takip etmesi bir yandan maliyenin bana verdiği bir görev gibi, ama hiç ilgisi yok maliye işlemleriyle, kültür bakanlığının böyle bir takibi var mı onu da bilemiyorum, onunla ilgili bir görevimde yok. Ama takip etmem gerekiyor, bazen seyrettiğimde oluyor, herhangi bir başlığı ancak bu kadar sevebilirdim, yakınında çıkacaklara “yakında çıkacaklar” bir uç veriyor, ucun 0,5 veya 0,7 olduğu çok da önemli değil:


@cezare-me


kalemin çalışması güzel,
ucun bakkaldan değilde bir kitaptan temin edilmesi daha da güzel,
bütün bunları daha da güzel yapan,
henüz bir kırmızı uca olan ihtiyacım,
henüz olmaktayızdır...

4 Ocak 2015 Pazar

İncelikli-Müşahedeli Bir Bilim


Mesleğin İncelikleri, Heretik Yayınları: Eylül 2014
Dünyanın çeşitliliğinden nasıl faydalanabiliriz?
ama,
Hikaye herşeyden önce iş görmelidir.
ama,
bunda yanlış olan ne vardır? bunun alternatifi nedir?
ama,
herşey zorunlu olarak bir yerde meydan gelir,
ama,
herşey bir yerde cereyan eder

Peki ya “folklorik incelikler kategorisi” nerededir? O zorunlu olarak kişinin yanında, imgesinde, düşüngözündedir.
Becker, oraya bakmakta ısrarcıdır.

Howard Saul Becker'ın bir mesleğin/zanaatin dünyasını anlattığı Mesleğin İncelikleri/Tricks of the Trade kitabı Heretik Yayınlarından [Eylül ayında] "Türkçe söylendi". Kitap haliyle zanaati anlattığı gibi onunla sürekli oturup kalkmışlığı, gidiş gelişleri, "hukuku" olan inceliği de bir hayli anlatıyor: ortam soğuksa onu sıcaklaştırarak ortam sıcaksa onu ılıştırarak, en son da "geriye ne kaldığını" da en baştan anlatarak bütün bir incelikleri anlatıyor. [Buradaki incelik zannediyorum daha çok sözlü-tarih çalışmalarından müşahede edilmesi gereken bir durum, ki zaten Höwie'nin kendi tuhaflığı da burada, sapkınlık sosyolojisi çalışan, lisans-lisansüstü dönemlerinde striptiz kulüplerinde caz çalarak/veya başka bir iş yaparak harçlığını çıkaran, kapitalizmin veya herhangi bir yönetişim biriminin dışladığı haricilere bakan, bütün bunların sonucunda çok fazla kabalığa şahit olabilecekken öyle düşünmeyen bunların kendi içinde bir tür incelik taşıyabildiğinden zerre şüphe etmeyen ve onlara "kafayı takmayı" veya abayı yakmayı süreklileştiren biri. Bunun bir örneğini Türkiye'de Hasan Ünal Nalbantoğlu hocanın kendi daimonunda da görebiliriz. Elbette kendileri nicel/nitel sosyolojisinden-ampiriden çok masa başında/kavram başında/kavram aşında-aşure başında daha çok üretmiş. Hatta gençlik döneminde bu türden iş/çalışmalardan nasılda kaytardığı anlatılıyor/arkadaşlarından-dönemdaşlarından.[Yer: Hasan Ünal Nalbantoğlu'na Armağan'da: İletişim Yayınları.] Ben, Höwie ve Hasan Ünal hoca arasında belirli türden farklı ama incelikli bir rabıtayı düşünüyorum. Bilmem sizler ne dersiniz?] Bu türden incelikleri TV'de gözünüze takılan bir belgeseldeki kuşta görebileceğiniz gibi: [nahanda böyle]
Görsel internetten, baykuş kar baykuşu: dünyaya "ya olur öyle boşver" mi diyor, "yahu çok yoruldum uykum" mu var diyor?
yoksa bugün "aç mı kaldım" diyor; "ne diyor la bu?"
, sokakta incelikle yürüyen şapkalı-bastonlu bir beyefendide de görebilirsiniz veya akşamdan fazla içmiş ama bu içmenin yeri yurdu olmadığından dolayı ellerini/ayaklarını nereye koyacağını bilemeyen bir sarhoşta da görebilirsiniz, inceliği tamamlayabilmek için parktaki bankın birinde yata kalır/düşe kalır. Torunuyla semt pazarına ellinde "pazar arabası"nı neşeyle çekerken bir yandan da torununun haylazlıklarına "dur, dur çocuğum" diyen bir güzel teyzenin heyecanında/naifliğinde de görebilirsiniz. İncelikler dolanıp durur, incelikler dolanıp dururken zamanın belli bir miktarını da durdurur. Zaten asıl mesele de burada, bu incelikleri görmek için/hatta incelikleri bizzat oluşturabilmek için ne yapmamız gerekir'dir/dedir? Bu incelikleri görmek mi lazım, yoksa o incelikleri görünür kılmak mı? [Höwie'nin hikayesi burada mı yoksa?] Bu esnada, yani incelikleri görünür kılmak esnasında kavramlarla-kavramsal taifeye binip dolaşıma çıkmak ve bunu yaparken de dönüp sıklıkla ampiriye [pratikler arasılığına] bakmak icap eder. Bu durumda elinize aldığınız kazmayla ister “nicel sosyoloji” yapın, istersenizse elinize aldığınız kürekle “nitel sosyoloji/kazılar yapın, her ikisi de doğrudan çalışma ve çaprazlamayı gerektirir. Ama bu esnada bunlarla, yani otobüsün şoför koltuğuna oturan kişiyle konuşmak [her ne kadar bir uyarı levhası olarak yazan] “Şöförle konuşmak tehlikeli ve yasaktır” levhasına uymayan, araya, olaya doğrudan müdahil olan “mantık”, “imgelem”, “araştırma tasarımı”, “hipotezler” gibi tezcanlı/heyecanlı işler/kişilerde vardır. Bütün bunlara incelikle bakmayı sürdürmek ve o esnalarda da sırtı tarihselliğe vermek icap eder.

Bu anlamda akademilerde herhangi bir sosyoloji dersinin sınav sorusu olan demokrasiyle ilgili bir soruya herhangi bir öğrencinin sınav kağıdında bilmem hangi dereden su getirdiğini düşünerek yazdığı ama yazarken/yazıyı başlarken inanılmaz heyecanlanıp bütün meseleyi o kadar latif/incelikli bir şekilde anlatabileceğini düşündüğü fakat bütün bu yazma süreci içinde ne dediğini unutup bütün bir cümle ardını/yöresini acayip bir kavga ve gürültüye çeviren bir inceliğin görünmesine müsaade edebilmek gibi, bir inceliği görünür kılabilmek mi lazım? Zaten öğrenci ne yapar eder o cümlenin bir aradalıklarını sınav kağıdının dışında da düşünür, mesele bunu anlayabilecek hocanın bu inceliğe izin verip veremeyeceğidir. Yani bizde yoktur böyle bir incelik türü, "yassah hemşerimdir", açık ve net olmak zorundadır o kağıtlar, sanki herşey açık ve netmiş gibi, sanki bakkaldan 4 tane ekmek alır gibi mi alınıyor/yazılıyor demokrasi?

Madem öyle, nedir bu "bellekhanım" [Mnemosyne] olan incelik? Herhangi bir vesileyle TV'nin herhangi bir programında güzelliğiyle gözlerimizi/ruhumuzu büyüleyen herhangi bir kuşun kendisini esnetişinde gözümüze/gözümüzdeki inceliğe takılan bir hareketini bir başka hareketle birlikte eşanlı olarak düşündüğümüzde anlamlı/incelikli olabileceğini keşfedebileceğimiz [Fotoğraf2] gibi meslek yapma/zanaati de yaşamın tümdüzeliğinde karşımıza çıkabilecek inceliklerde vukuf sahibi bir ehliyetlilikle yata/yatıyor. İncelik denilen hadise tam olarak burada: belli bir olayı/meseleyi eşanlı olarak başka bir meseleyle düşünebilmek ve bütün bu süreç boyunca keşif sınırlarımızı genişletmek. Bunları görmek için elbette belirli türden bir ortam ve buna eşlik edecek bir tür yersiz-yurtsuzluk yatıyor bana kalırsa. HD kalibresinde belgeseller [animal] izlerken bu kadar inceliğin nasıl yapıldığını ve bunların nasıl görünür kılındığına acayip şaşırıyorum, sonra yaşam bir kat daha hem kendine dair hem de kendi dışındakilere dair "bir kaç kat daha çıkıp" anlamlı oluyor, bizde kat çıkmak müteahhitlikle özdeş olduğu için Becker'ın "folklorik incelikler koleksiyonu"nda inceliklere dair kat çıkmak yanlış yankılanabilir...O zaman incelik kendini anlamaya/kendiyle birlikte anlamaya, yetmeyip anlamlandırılmaya dair bir süreçtir, incelikle yapı ve ruhsatı düşünsel süreçte alınmış bir kat çıkmadır. Bir görev sürecinden çok [buradaki mesai içiyle sınırlandırılmış] bir adanmışlık sürecidir. Yoksa taraftarlığı, tribünlerde "Adanmış Hayatlar" diye pankart açıp deplaseler yapan grupları, insanları nasıl anlayabilirdik? Yaşamdan kopmaya veya belirli türden tekdüze bir yaşama epistemolojik veya psikolojik kopuşlar koyup "araya reklamlar almaya" dair hayatla belirli türden ilişkiler kurmaya dair bir incelikliliktir. Bir vakitler Deleuze bir insanı anlayabilmek için eşanlı olarak o insanın rit[i]mini anlayabilmenin elzemli oluşuna dikkat etmişti düşüngözünü. Mesele hayatın içinden, katmanlı anlamlar biriminden incelikli bir verimliliği tekrarlayabilmek için incelikli bir meseleyi/gözü şart koşar. Herşeye rağmen bu alanda vukufiyet sahibi olmaya gelir mesele.   

http://howardsbecker.com/
Söz gelimi, Sosyoloji lisans öğrencisinden incelikli biri olmayı nasıl beklersinizdir, buna dair ne düşünebilirsinizdir? Yani/ne yaparsa bir sosyoloji öğrencisi inceliklidir? Höwie zaten akademide yer parselleyen yardoç, doçent, profesörden ziyade öğrencinin inceliğini düşünmektedir; ona göre kurmuştur alarmını. Dolayısıyla bu kitap Türkiye'deki sosyoloji bölümlerinde açık ara en çok okutulan derslerden olan "Araştırma Yöntem ve Teknikleri"/"Nitel-Nicel Sosyoloji" gibi derslerden harici olarak hayata bakmayı ama bunu eşanlı olarak da zanaatle bakmayı/yapmayı öğretiyor. Bu anlamda öğretme sözcüğünü bildik öğretim teknikleri yerine sabah vaktinde öten bir horozun veya telefonun alarmı gibi incelikli bir uyarıyla yapar. Bunu ayrıca Höwie'nin kendi naif yazı üslubuyla birlikte düşünüyoruz, oyuncu arkadaşının kademesine giren açık oyuncusu gibi topu uzaklaştırabilecek kadar güzel bir öz/doz sahibidir Höwie, bunu Heretik Yayınları'ndan daha önce Türkçe söylenen Hariciler Sosyal Bilimcilerin Yazma Çilesi- kitaplarında da görebiliriz. Ve ayrıca, yazı demişken bir bakalım Türkiye'deki kaç sosyoloji bölümünde yazmak ve yazmanın mümkün dünyası üzerine bir ders/bahis yürütülüyor diye? Galiba eksiklik incelikli bir dersten çok incelik sahibi hocalarda...Höwie'yi okurken şunları hissederim [bütün bu vukufiyeti aslında gizil kılan], ellerini, ayaklarını tam olarak nereye koymasını kestiremeyen bir bilmeme halini, birinci elden bilgi=birinci elden halin imkansızlığı?

Hocası/sevdiceği Herbert Blumer'ın bir bahsiyle devam etsin yazı: 
"Araştırmacı, neredeyse tanım gereği, çalışmayı tasarladığı toplumsal yaşam alanına dair ilk elden bir bilgiye sahip değildir. Bu alan pek dahil olmaz ve bu alanı oluşturan insanların faaliyet ve tecrübeleri ile genelde yakın bir temas kurmaz. Konumu, neredeyse her zaman bir yabancının konumudur; bu itibarla, verili bir yaşam alanında olan biten hakkında bariz bir şekilde basit bir malumatla sınırlanmıştır. Afrika'daki seçkin siyasi zümreyi, Latin Amerika'daki öğrenci eylmelerini yahut da suç konusunu çalışmayı tasarlayan bir sosyolog ile ergenlikte uyuşturucu kullanımı, siyahi öğrencilerin özlemleri ya da çocuk suçluların yargılanması üzerine çalışan bir psikolog, incelenen alana ilişkin içeriden ve ilk elden bilgi eksikliğine örnek teşkil ederler." 
Galiba bu ilk elden bilgiye sahip olmak konusunda endişesi olan Höwie bu sebeple incelikliğe bakmayı hep bir zanaat biçimi olarak sürdürüyor.
Bütün bunların haricinde gene bir söz: iyi bir kitap karşısındakini mahcup eden bir kitaptır. Buna Türkiye'deki sözlü aktarım pratiğinde "ehl-i zanaat kişisi" veya .............................. denir. 

"Ancak bu incelikleri okumakla yetinmek size pek bir şey kazandırmayacaktır. Bunlarla sadece oyalanabilirsiniz. Hatta bunlar sizi daha kültürlü hale de getirebilir. Ancak nasıl kullanıldıklarını öğrenmediğiniz sürece bunlar size gerçekten ait olmayacaklardır."

Bütün bunları yaza düşe çıkarkan/düşe yaza çıkarken Viyana Filarmoni Orkestrasını dinlemekte beni bu yazmaya elimden tutup götüren incelik olsun, Höwie Becker'a selam olsun, ince zarif güzel adam...