24 Ocak 2015 Cumartesi

Üretkenliğin Zarureti: Entelektüel Üretkenliğin Tere Otundaki Veçhesi


Üretkenlik sözcüğü ve karşıtı tüketmek sözcükleri doğrudan yaşamın maddi tezahürlerinde kaşık tutarlar. Üretmek yaşamdan alınan ilham veya veçhelerin maddi tezahürlerle şekillenmesi sonucu potansiyel bir varlık, yani performatif bir süreç kazanır. Aynı tezgahtan, aynı fabrikadan geçişler ve aşamalar yaşayan ve üretimde bütün bunların “süreç” olarak kavranmasından temayüller kazanmış olan üretkenlik bütün bu üretmek sözcüğünü kolaçan ederken hesapladığı/hesaplanan ve üretmenin koşullarınca şekillenen tüketmek üretimin tesislerinde üretildiği gibi, maddi hayatın devamında da şekillenir. Dolayısıyla sınırlarımıza öyle girmektedir ki; günümüzde üretici konumunda kazana kaşık tutan sınai üretim sistemi çoğunlukla sadece üretimi değil tüketimi, tüketimin boyut ve veçhelerini, anlaşmazlıklarını, zıtlıklarını da üretebilmek gibi bir hesapkitap içindedir, bunu sıklıkla yapmak zorundadır zira bütün bir sınai üretimin yakıtı, çoğunlukla rekabetin genişliğiyle, bu vesileyle canlılık kazanabilir. Bütün bunların yanında maddi tezahürlere sahip olmayıp, yani sınai üretime henüz gözünü açmayan entelektüel bir üretkenlikte söz konusudur. Entelektüel sözcüğü veya kişisi demişken bu sözcüğü Bourdieu’cü manada “kültürel sermayeye” sahip olanların dışında gündelik hayatta aramak icap eder. Zira okulda veya ailede doğrudan kalımlı ve uzamlı kılınan entelektüel süreç yerine entelektüel bir icabiyetin açıklığını içeren sokakta-gündelik hayatın tere otunda aramak icap eder. Bu açıdan entelektüel kişisini ve entelektüel üretimi sabit konumlar yerine, dağılan insanın/hatta hayatın dağıtan parçalanmışlığında, hayatın şu veya bu veçhesinde güneşe, rüzgara veye toprağa vesair farklı bir doğal-tarihsel bir olaya aldırış eden kişinin sınırlarına müdahil olan bir seyyariye an’a bakmak icap eder. Düşüngözümüzü -sabit- kitap okumak, kitap yazmak, bilgin veya alim olmak, ders vermek, şiir veya roman yazmak, kendi işini kendi görmek yerine gündelik hayattaki tere otunda bulmak gerekiyor, elbette bu esnada derdimiz –illa- yaşamın şu veya burasını anlamak-aramak icap ederse mümkün olacaktır. Bu açıdan bir semt pazarına, Cumartesi günü kurulan bir Semt pazarındaki hadiseye ve benzeri hadiselere düşüngöz atmak gerekir. Hatta öyle ki, bütün bu olaya anını anlayabilmek/kaydedebilmek için sabahtan başlayarak akşama kadar bütün günü meşgul etmek gerekir, bu süreci anlayabilmek o kadar uzun sürecektir ki, bu işi yapmanın “ne anlamı” olabileceğini anlayabilmek-kestirebilmek de oldukça müşkül bir hâl kazanacaktır, bazen öylesine fark etmiş olacağız ki, “yaptığımız iş gerçekten bir iş falan değildir”. Entelektüel sözcüğünden-kişisinden renkli olmasını bekliyorsak bu işi pazardaki renklerin içinde niçin aramayalım? Doğanın muhayyilesiyle içe içe geçen bir “aşkınlaşma”, “başkalaşma” sürecinde dikkat etmek ve en çok da dikkati aramak gerekir, bu açıdan saf bir bilgiyi taşıyan entelektüel kadar semt pazarında yaşı 90’larda olan bir hanımefendinin pazarda tanımadığı birine yardımcı olmasında da, 10 yaşında ciddi kitaplar okuyan ve çoğunlukla da vakitlerini kütüphane, sözcükler, kavramlar arasında geçiren genç bir çocuğun huzur ve huzursuzluklarını, umut ve umutsuzluklarını ve bütün bunları olanaklı kılan entelektüel sürecine/süreçlere bakmak gerekir. Sosyoloji veya farklı sosyal bilim alanlarında entelektüel bahsini işlerken: “bütün bunlara sahip olan kişi entelektüeldir arkadaşlar” deyû tanım yapmak zorunda olan hoca yerine bir pazardaki, bir inşaattaki, bir çocuğun çıraklığındaki sürece bakmak gerekir. Bu da elbette süreci, süreçsel bir inşaa olarak müşahede edecek bakışlarda, düşüngözünde de yata-yatıyor. İmdi, niçin bir marangoza, zanaatçiye entelektüel demeyelim? Rastladığım metin veya kişilerin anlattıklarında şunlar çoğunlukla vardı; “iyi bir zanaat erbabı olduğu kadar iyi bir entelektüeldi.” Bu çoğunlukla mümkün, el işaretini gösterip “ahanda arkadaşlar entelektüel budur” deyip sabitdurum yerine hareketliduruma bakmak gerekmez mi?

İmdi, denilecektir ki entelektüel sözcüğü veya kişisi çoğunlukla bunu zaten gündelik hayata bakarak yapar. Ahmet Hamdi Tanpınar veya Oğuz Atay’ı entelektüel kılan “huzursuzluk” veya “tutunamama” hali onların çıplaklığını bir türlü kapatamadığı/kapatamayacağı bir gerekçe olduğu kadar gerçekten sarih bir üzülmedir de. Çoğunlukla da başkası adına başkasızca, sakınmasızca düşünme. Bu noktada Uyar giderilmez eksikliğini tanırım onun derken kast ettiği buralarda bir yerlerdedir. Ama onların bütün bu huzursuzluğu işlerken aldıkları çiçekler çoğunlukla gündelik hayattaki olaylarda tebellür ediyordur. Onların bütün herşeyi bırakıp oralarla ilgileniyor olmasında elbette hakedecek bir sıfat entelektüel olacaktır. Ama meselemiz çoğunlukla entelektüelin çok görünürde olduğu, çok fazla yer kapladığı yolunda değildir, entelektüelin baktığı yere, pekala tere otuna bakılabilir gibi bakılabilecektir. Entelektüelin ne dediğine bakmayı çoğunlukla yaparız ama entelektüelliğe giden süreçlere bakmayı pek çok kere ihmal ederiz, [şu noktada bakarsak bile entelektüel sözcüğe-kişisinin yanında/birlikte yaparız. Çoğunlukla oto/biyografik metin ve günlükler bu vaziyeti görürler] bir gencin kitaplara aylık olarak ayırmak zorunda kaldığı paraya, vaktini meşgul ettiği ve sonrasında onu neş’et eden olaylara bakmak, en azından entelektüel tarihi not defteriyle tutmak bu hayatı, bu hayattaki bir sözcüğü veya kişiyi anlamak noktasında bize tertemiz bir havadis sunacaktır. Şu noktada gene bir entelektüel Turgut Uyar niçin bir şiirine hızla gelişecek kalbimiz demiş olsun ki? Gramsci’nin organik entelektüel bahsi vardır, tere otundan veya pazı otundan, pekala işini, “işin erbabı” olarak yerine külfetsiz olarak getiren zanaatçiden niçin entelektüel olmasın? Ki zaten çoğunlukla o yöne doğru elimizde mum ışığıyla yol alacağız! Sınai üretim entelektüel üretimi de ipotek altına alıyor gibi.

Hayatın şuralarda bir yerlerde olduğunu çoğunlukla bilmeyiz, zira bu üzerine belli bir miktarda –“boşa”- bahis/felsefe müşküliyatı gerektirir, ülkede Felsefe deyince “amanın!”, “görürsen, yanında kaç oğlum” diyebilecek çok aile ve insan tanıdığım için bu işi yapmak sosyal bilimlere düşüyor gibi. Ayrıca, şu noktada hiç farkı yok entelektüel sözcüğü ve kişisi “ahanda şudur arkadaşlar” diyen ve çocuğuna “hemen kaç yanından oğlum” uyarısı yapan insandan. Dolayısıyla entelektüeli hızla gelişecek kalbimiz diye bir şiirde, olayda, hayatın içinde aramak gerekir. Burası pekala bir pazaryeri olabilir! Entelektüel ürekenliği olmayan bir toplumdan bir halt olmaz, büyüklerimizden böyle öğrenmedik ama böyle hissediyoruz, zamanını boşluğa yuvarlamayan bir toplumda çoğunlukla da eksiktir. Ama eksiklik önemli bir şey. Öyle değil mi? Uyar, taa bilmem kaç yılından benim sarandünyama giriyor az şey değil bu? Bunun mecburen farkına varmayabilirim ama bu benim varlığımı genişletebilmem için elzem bir üretsel süreç. Bunu yaparken entelektüli hem büyütüyor hem de yerin dibine sokuyoruz da gibi geliyor bana. Ama bu öyle hemen karar verilmesi gereken, bir alım-satıma dahil olan bir malzemenin müşahedesi değil. Varlığın müşahedesi, değişimin, yer yer direnmenin. Neyin, ne olmadığının. Mananın…Uzaktaki yakının…İtirazın, sakınmasız başkasızca…



23 Ocak 2015 Cuma

Dünyaya Gözlerini Açmak veya Oğuz Atay


Biliyorsun işte, ben dünyaya gözlerimi Oğuz Atay'la/senle açtım, o giderilmez eksikliğimi giderilmez eksikliğimle örebilmek için. Ama bütün bunlar basit bir hesap kitabın işi de değildi. Yahu ne menem bir halta yarıyordu bütün bunlar sorularına cevap bulabilmek içindi. Güç bir soru ve sonsuzca boşlukla-boşlukta verilebilecek cevaplar artık bunlar. Hem artık bunu tek başına edebiyatta yapmıyor. sosyolojinin, tarihin, felsefenin, psikolojinin hepsi yapıyor. Aramak. Denk gelirse bulmak da değil. Eşelemek. Ama yetmiyor, görünür kılmak! Neyi görünür kılıyorsun ki? Zaten ortada herşey! Meşgul olmak zorundayız, bütün bu arayışı mesleki bir pratik olarak tesis eden zanaatler var şimdi, elbette ellerinde çekiç, tornavida, testere yerine kavramlar var, onlarla pekala bu işi gördüklerimiz konusunda hemfikir gibiyiz. İş görüyoruz bu dünyada, bir şeylerle uğraşıp bir şey uğruna döndürüyoruz kazanı. Edebiyatın kazanı çok büyük, sen de hak verirsin buna öyle değil mi? Diğer meslekler belli bir özerklik tesis etmek zorundalar, sürekli karşılarında dikilen kötü insani yatkınlıklar-alışkanlık söz konusu. Onları edebiyatta da bulabiliyoruz, aşmak çok güç. Ama edebiyat başka sanki. "Edebiyat yapma" diye bakkallarda, kahvehanelerde hatta ve hatta okullarda yetmişyedimilyon tane bahis dönüyor. Tuhaf işte, alışmak zor. Bir yerden başka bir yeri özleyebilmek gibi deli saçması hadiselerim var benim, biraz biraz toparlanıyorum. Galiba bu toparlanmanın yakın bir mesai arkadaşı var güç sözcüğünde bu da. Seni okumam henüz erkendi, azgelişmiş bir babanın azgelişmiş bir oğlu olarak henüz seni okumak erkendi, öyle tembih etmişti felsefe hocam. Eee biraz bekledim, sonra okudum kitabını. Sonbahar'dan Kış'a doğruydu, yeni taşındığımız evin balkonunda masanın üzerindeki muşambada okudum seni, dışarıda rüzgar vardı, aynısı içeride de vardı ama sessizdi. Öyle başladı bütün bunlar ve hep devam etti, o lahzalardan hatırladığım dışarıda rüzgarın olduğu ama bu rüzgar çoktandır içerideki rüzgarla hareket etmeye başlamıştı. Çoktandır okuyamadım seni, açamadım kitaplarını, korktum galiba. Toyken okumak kolaydı seni, asıl iş zamanlararasında okumaktı. Korkuttu beni. Mahcubum. Ama birden aklıma geldin, saatin herkesin öldüğünü söylediği bir vakitte -yani aşağıyukarı 05.00'de- aklıma geldin. Babana yazdığın mektubu internette gördüm, okudum. Benim mi seni terk ettiğimi yoksa senin mi benim çaresizliğimden beni terk ettiğini düşündüm. Bence sen beni terk ettin. Haklısın, kendimin dışına çıkınca mesafeyi açmış oldum. Ama ne yapayım bir yerden tutmak ve başlamak zorundaydım. Gene bütün bunlar oluyorbitiyor, bitmiyorolmuyor, sürüyor. sürecek, ilelebet. Ha, bir vakitte sana olan özel bir mektubumu yazacağım, inşallah mahcup etmem kendimi sana karşı.
Böyle, henüzlerle uğraşıyorum. Bir vakit geçsin diye öbür vakti kolaçan ediyorum geriye pek birşey kalmıyor. Özleyecek yüzüm olsa özleyeceğim seni!


13 Ocak 2015 Salı

Habitusa İçkin Yaşam:Beklenen ve Beklenmeyenin Yönelimselliği

[gene] bir gün ayakta bekleneni ve beklenmeyeni bekliyorum.

Yazı, kışı beklediğimiz gibi özlemi de bekleriz.
hatta,
beklemeyi de bekleriz.

Zaten beklemek başlıca bir iş edindiği/edinildiği için süreçseldir. Ve doğrudan doğa/tarih ikilisinin derinlikleri aynı olan bir havuzda suya girişten önce esneme hareketleri yapması kadar narindir de. Evvela herşey beklenir, yağmurun yağması beklenir, çocuğun doğması beklenir, çocuğun büyümesi beklenir, devrimin olması beklenir: gitmek beklenir, gelmek beklenir. Ama bunlara bütün olarak bunların yönelimselliğinden kaynaklanan/ona içkin olarak bir beklenmeyenler dizisi de beklenir. Doğaya içkin olarak tarihsel varlık olan insan, bu beklemeler arasında dolanıp durur, zira her bekleme karşıt türden bir beklenmeyeni yaratabilme potansiyeline de sahiptir. Beklemek ve beklenmeyen bu açıdan çift başlıklı ve dönüşümlüdür. Beklediğimiz şeyi/varlığı [en çok da fikri] beklerken araya bir beklenmeyen mutlaka müdahil olur, yaşam felsefesi denilen [lebenswelt] mesele bu beklenen ve beklenmeyenin araya karışmasından dolayı biraz gerginleştirerek, savunmada hata yapma olasılığı yüksek miktarda sayısallaşacak bir edimi taça veya fikri düşünsel süreç olarak ideolojiye/nesneye gönderir. Beklenenin yol açabildiği, onun olası imkanlarına dahil olan/hatta bizatihi araya karışmak zorunda kalan beklenmeyen bu noktada beklenin üretken ihtiyatlılığına karşı sözünü gruba gönderir. "Grup"/kitle fikri bu noktada pekala sosyal cemaat olabildiği gibi, kişinin kendisi, [lebenswelt'i], deneyimi de olabilir. Topluma bakarken kuracağım ve doğrudan harekete geçip/yönelimsel fail etkinliği kazanabileceğim hareket bu beklenenin ve beklenmeyinin öngörüsü ile ilerler. Ne kadar çok beklenip, onu ilişkisel olarak beklenmeyenin üretken koşullarıyla düşünmeyi öğrenebilirsemse/bunu yaşamın şu veya bu halinde keşfedebildiğim takdirde doğrudan yaşamın ve bizatihi bir tarihin içine girmiş olurum. Zaten evvela o tarihin içinde olmama rağmen bu beklenen ve beklenmeyenin yapısal konfigürasyonlarına müdahil olmam, tarih/tarihsellik denilen meseleyi sosyal bir konum olarak tesis edebilmem, beklenen ve beklenmeyenin müşahedesine borçludur kendisini. Bu da ancak beklenen ve beklenmeyene dair her zaman yatırım yapan: fikir, düşünsel süreç, affect, bilme eyleme, üretmek gibi sözcüklerle kendini zaman zaman bize gösterir. Beklenen beklenmeyeni yatay kesebildiği gibi, beklenmeyen beklenini dikey kesebilir, neyin neyi/nesi nasıl kestiğinden önce bizim [güzel birini keser gibi!] bekleneni ve beklenmeyeni kesmemiz gerekiyor [buraya bir ara pragmatizm firmasının reklamı gelecek!]
Abi/abla vereyim mi bir habitus?

Beklenene yapılan yatırım beklenmeyenin müşahedesince, ona atfen sağlamlaştırılabilir. Beklenen her vakit/hergelesinde bir beklenmeyeni sofrasına davet eder. Telaş sözcüğünü bu noktada beklenin beklenmeyenle ilişkisince ayrıştırabiliriz. Bütün bunlara hasıl olan, düdüğü çalan soru şu: toplumsal dünya benim yaşamdünyama/sarandünyama, bir noktaymışım gibi göründüğüm bir noktaya kadar gelip, beni [dolayısıyla benim bulunduğum toplumsal konumuma bakmayı da ihmal etmeyerek] nasıl ve hangi sebeplerle harekete geçirip yönelimsel fail yapar? Bu noktadan sonra tarihin zorunlu bir parçası olma mücadelemiz ve sosyolojinin ve zorunlu bir sosyal felsefenin anlamlı bir süreç olduğunu/arayış olduğunu fark ederiz. [Not italikler kafamı döndürdü. Ama iyi bir şey bakmayın öyle!]

11 Ocak 2015 Pazar

Toplumsalı Gözeten İlginin "Sıkıntısı"


"Fotoğraf koyayım da tam olsun" derken, sıkıntısı hiç bitmeyen "ya kanka ne sıkıntı yapıyon ya" diyeceğim tutan Bourdieu ustanın yapışıksıkıntılı bir fotoğrafını ekleyeyim dedim.

Kracauer'in "sıkıntısı" aldı aklımı, alırken bir şeylerde bıraktı o esnalarda, bıraktıklarını/[henüz bırakmadıklarını anlamayarak, "zaman" denilen sözcüğü henüz bir sonraki zamanla ayırtetmek zorunda olarak] bir yazayım. Herif bir kere, sıkıntının "yere göğe sığmayan" ama gene bir insanın çehresinde toparlanan sıkıntısını [bu sıkıntı düşün sürecinin beden süreciyle ayrışması/ayrıştırılması, birbirlerini gözetmesi, bu gözetimin "son kertede"si olan maddi üretken failin/muhtarın onayına tabii olmasına kadar devam eden bir patika olması ve sair.] anlatıyor. Sonra kendi içindeki sıkıntıyı anlattığı kadar kendi dışında beliren ve gene kendi sıkıntısına hal çare ararken başka bir aksta buluşup/seyyariye olan [gene kişinin kendi sıkılmışlığına çarpıp sıkıcı gelen, ama aslında gerçekten çok sıkıntılı olan] yapışıksıkıntıyı anlatıyor. Bu yapışıksıkıntı neviinden şey doğrudan insana dair olmakla birlikte insanlığın tamamındaki üretken akslara da daidir. Yani galiba sıkıntı ezelden ebede'dir demek gibi bir şey bu durum. Asıl mahiyet sıkıntıların birinden kaçarken bir başka şeyin sıkıntısını nasıl sıkıntısızca/daha az sıkıntıyla yıkayabileceğimizdir, bu türden işler için hangi özelliklere haiz deterjanı kullanmak zorunda olduğumuza dair bir kolaylıktır. Bu noktada pekala yaşam sıkıntısı olarak kavrama gücümüz olacak sıkıntı genel bir bireysel/kitlesel sıkıntının türü olabilir. Aslında fırından ekmek alırken, fırıncının bir şeyler söyleyip benim bu birşeylerden anladığım şeye vereceğim olası bir cevap olan "bu işte bir sıkıntı var" kelamının hangi tonlamalarda/müşahedelerde temelleneceğidir. Evet bir sıkıntı olduğu aşikar ama sıkıntı, sıkıntılı olarak kavrananın kendi sürecinden kaynaklı bir çaresiz sıkıntıysa onu nasıl anlamlandırmak gerekir/gerektiğine dair "sıkıntıya dahil olan" bir sıkıntı söz konusu da olabilir burada. Sıkıntılar arası akslar olduğu gibi, "problem" sözcüğünün etrafında dolanan sıkıntıya patika oluşturabilecek üretken sıkıntılarda olabilir. Zaten mesele burada. Bu üretken sıkıntının özkaynağını, geçici/ heveskarsıkıntılardan nasıl ayırt edebileceğimizdir, insanların ellerindeki alışveriş fişlerinde [doğrudan toplumsalın alışverişi sosyolojik bahisle böyle ilerler ve bunu böyle basit bir sözcükle adlandırmak gerekir] Ali, Ayşe, Ömer, Ezgi'den [ve soyadları olmak üzre] önce onun yaptığı- "varlığı" sıkıntılıdır ama bu sıkıntı onun bir bahsi gözetmesinden kaynaklı bir heveskarsıkıntı mıdır yoksa bir bahsi/sürekli ve süreksizliği belli olmayan kendisinde yapışıksıkıntı olarak sürekli var olan ama her an bunu üretkensıkıntı'ya dönüşümlülüğünü sağlayabilecek bir fişi belirgin kılmak doğrultusunda: sıkıntının muhtaçlığından, onun çelimsizliğini azaltabilecek, en azından ufak bir faydası olabilecek bir sıkıntıyı aşikar kılmaktan söz ediyorum. [Tam da toplumsal ayrımlar buna dairdir, kendi içinde daha çok maksatlı ilginin olmasını sağlar, dışarıda bıraktıklarıyla vardır] Dolayısıyla "mesafe" sözcüğünü kat eden iletişimsel aksların her an tetikte ve fail olabilmesi için üretken sıkıntıyı azaltan/veya arttıran bu aksların birbirleri arasındaki iletişimsel sürekliliğidir. Fırıncının beni tanıması benim işimi kolaylaştırır, ama sıkıntımı kolaylaştırmaz. Hocam kişisinin sınav sorusu işimi kolaylaştırır ama sıkıntımı kolaylaştırmaz. Annemin sevdiği yemeği yapması işimi kolaylaştırır ama sıkıntımı kolaylaştırmaz. Bütün bunları işimi kolaylaştırıp/sıkıntımı kolaylaştırmayan bir bahis ancak üretken failin üretken sıkıntısının fişteki açıklığıyla iletişimsel aksların üretken sıkıntısıyla halledebiliriz. [gibi geliyor.]

Durup dururken hayatının bir noktasında ben sosyoloji okuyacağım deyip sürekli bir sıkıntıyla hemhal olan birinin yapışıksıkıntısını nasıl azaltabileceğimizdir asıl mesele. Veya atık kağıt işçisinin gece vaktinde çıktığı/sokaklarda dolaştığı bir esnada ona dair maksatlı bakışlarımızı geri çekmemiz ve ona yardımcı olmamız gerekirden kaynaklı bir ilgilisıkıntının [isterseniz yük diyelim] azaltılmasına dair verimlisıkıntıya sahip olmaktır. Gene bir sözcükle "farkındalık" sözcüğüne konu olmuş üretken meselelerin açıklığına dairdir bütün bunlar. Zamanını zamanlararasılıktan sürekli çekip çıkarmak zorunda olan bir hocanın öğrencisine ilgili zanaatin iletişimsel akslarını aktarmasından/göstermesinden dolayı kendi yükünü başarıyla azaltabilecek ve bütün bir eylemsel düzen ilkesini açıklığa kavuşturup/tetikleyebilecek bir sıkıntının azaltılmasıdır bütün bunlar. Yükler azaltılmalı, ama bunlar her zaman bir dahasını zorunlu kılıyor [gene-toplumsal saha ve zeminin mümkün maça uygun koşulları her zamana biri daha lazımdır üzerinden işler, lazım sözcüğünü liberal bir niyetten çok insani bir temelde gözetiyorum] Sıkıntı üzerine düşünmek Kracauer'in  açtığı hattan sıkıntıyı arttırabildiği kadar azaltabilir de, tabii bunlar tek başına olacak işler olmadığı için, sıkıntıya çıraklık/kalfalık edecek/doğrudan etki edecek biri daha lazımdırları bulmak/yaratmak lazımdır. Hocanın öğrenciyle diyaloğu en çok bu temelde yükselir, bilgiden önce. Ama tabii "şunu-bunu getir evladım" demekten çok ortak ilginin müşahedesiyle olacak işler tabii. Sıkıntı güzel, sıkıntılı olmak bu esnada güzel gibi geliyor bana, hem doğrudan politikacıların ağzından süzülen "şu kadar bu kadar geliştik", "milli hasıla", "kişi başı şu kadar gelir" yerine bu değerlere sarılmak, bu değerlerle gelişmek gerekiyor. Toplumsal gelişim, toplumsal refah denilen hadiseler en çok da buralardan çıkıyor [gibi gelmekle birlikte] o'nun sıkıntısını bilmek gerekiyor. Kendimizi tanıtırken veya çok basit ne yapıyor bu sosyoloji sorusuna cevap arayışında olup/cevap verirken olduğu gibi bizdeki çelimsizliği alacak ve benim çok daha rahat konuşmama sahavezemin olacak ve aslında bütün bu toplumsal çelimsizliği "bahisleri yükseltmek" kelamıyla eşitleyecek bir meselenin/sıkıntısına bakmak gerekiyor.

Sıkıntı bu anlamda kendi yapışıksıkıntı veya heveskarsıkıntının ayrışması ve toplumsal yayılımda/yataylıkta üretkensıkıntının iletişimsel akslarla birlikte hareket temelli bir eylem düzenliliğine işaret ediyor...

Laf, şimdilik burada/olduğu yerde biterken olmadık yerde de başlasın. Sıkıntı en çok bu işe yarar.


Siegfried Kracauer: "Can Sıkıntısı"/Yaşam Sıkıntısı

Bu aralar bir hayli kafam karışık, aslında kafam karışık değil varlığım karışık [bildiğin Heidegger'ci anlamda öteberi meselesi işte!], bunlara tekabül edecek bir sözcük sıkıntı tabii, sadece kendi sıkıntısına ait olmak gibi bir durumumda söz konusu değil, kendi dışımdaki meşgulsıkıntılarla yani genel bir sıkıntı halinden söz ediyorum, gördüklerime dair; bozkır çoraklığındaki bir sıkıntı olduğu nispette maki ikliminde de görülebilecek/altyazısı geçecek bir sıkıntı. Ehliyeti olmayan birinin sıkıntısı bunlar en çok. Düşünce ve düşüncenin [belli kriteri olan/olmaktan başka çaresi olmayan] verimli olanından kaynaklı bir verimsiz sıkıntı. Ama mesela düşünce olunca sıkıntının verimli veya verimsiz oluşu önemli bir radde/hâl. [Bu gene herhangi bir sıkıntı anında düşünmeye değer]. Devam edeyim, buna yakın bir yerden geçiyorsanız sözcüğünüz sıkıntı veya tatsızlık neviinden şeyler olur gibi geliyor bana, işte o esnada Siegfried Kracauer'un [Adornogillerin mahallelisi, Simmelgillerin kalemi/silgisi, ama boşverin basbaya kendisi] "Kitle Süsü"nün içinde bir metnine denk geldim, aha dedim valla olaylar böyle geçiyor benim muhitte de, çok iyi yahu dedim, onu bir şey yapayım derken ben bunu bloğa asayım dedim, [yaklaşık 25 dakikadır bunu yazıyorum, dönüp okuyabilmek açısından büyük fayda görür.]



Şöyle alalım sizi:

"Bugün, sıkılacak zamanı olup da sıkılmayanlar, hiç kuşkusuz, en az sıkılacak zamanı olmayanlar kadar sıkıcıdırlar. Çünkü bu insanların benliği kaybolup gitmiştir; eğer bir benlikleri olsaydı, bu benlik bilhassa da günümüzün koşturmacalı dünyasında onları amaçsızca, nerede olursa olsun uzunca bir süre durmak [langweilen/canı sıkılmak,  lang verweilen/uzun süre durmak] zorunda bırakırdı.
Çoğu insan boş vakit bulamıyor kuşkusuz. Bütün enerjilerini temel ihtiyaçlarını karşılayacak kadar bir gelir peşinde koşmakla harcıyorlar. Bu can sıkıcı zorunluluğu daha katlanılır kılmak için, meşguliyetlerini ahlaki bir peçeyle süsleyen ve hiç olmazsa ahlaki açıdan bir ölçüde rahat etmelerini sağlayan bir iş etiği uydurmuşlar. Kendini ahlaklı bir varlık olarak hissetmenin verdiği gururun bütün sıkıntıları giderdiğini iddia etmek abartılı olur; fakat bizim asıl konumuz gündelik angaryanın doğurduğu amiyane sıkıntı değil, çünkü bu sıkıntı, insanları ne öldürür ne de yeni bir hayata başlatır; ahlaki açıdan onaylanmış bir işten daha makbul başka bir iş sunulur sunulmaz giderilen bir hoşnutsuzluğu ifade eder sadece. Bununla beraber, işlerini ara ara esneyerek yapmak durumunda olan insanlar, işlerini hevesle yapanlardan daha az sıkıcı olabilir. Bu ikinci, mutsuz tipler, koşturmacaya her geçen gün biraz daha derdinden dahil olmaya zorlanır ve sonunda ne yapacağını bilemez hale gelir; yapmaları gerekeni görmelerine imkan sağlayacak sıradışı, radikal sıkıntı, onlara sonsuz uzaklıktadır artık.
Yine de, hiç boş vakti olmayan kimse yoktur. İşyeri daimi bir barınak değildir, Pazar günleri kurumsallaşmış tatildir en azından. Dolayısıyla esasen herkes bu güzel tatil saatlerinde kendini toparlayıp gerçek sıkıntıyla karşı karşıya gelme imkanına sahiptir. Fakat insan hiçbirşey yapmak istemese bile, ona bir şeyler olur. Dünya, insanın kendine gelmemesi için elinden geleni yapar, insan dünyayla ilgilenmese bile, dünya insanın huzur bulamayacağı kadar, nihayet hak ettiği gibi adamakıllı sıkılmasıyla ilgilenir.
İçinden doyumun filizlenebileceği bir doyumsuzlukla dolu bir halde, akşamları sokaklarda gezmeye çıkılır. Çatıların üzerinden ışıklandırılmış sözcükler süzülür; insan kendi boşluğundan reklamların yabancı dünyasına sürülmüştür bile. Beden asfalta kök salar; artık kendi ruhumuz olmayan ruh, aydınlatıcı, ışıktan vahiyler eşliğinde, karanlıktan karanlığa dolaşır durur. Ah bir kaybolabilse! Ama bir atlıkarıncaya hizmet eden Pegasus gibi, daireler çizmek zorundadır; bir likörün yere göğe sığmayan ününe ve en iyi beş-kuruşluk sigaranın faziletlerine övgüler düzmekten yorulması yasaktır. Bir çeşit büyü, ruhun onlar dolayısıyla kendini durmadan yeni bir parıltılı cümleye dönüştürdüğü binlerce ampulle ruhu mahmuzlar.

Bir anlığına kazara geri dönecek olsa, bir sinema salonunda kendini şekilden şekile sokturmak için çekip gideceketir beklemeden. Sahte bir Çinli olarak sahte bir afyon kahvesine çömelecek, bir film divasının hoşuna gitmek için gülünç zeka gösterileri yapan eğitimli bir köpeğe dönüşecek, yalçın dağların arasında fırtınaya tutulup büzülecek, aynı anda hem sirk sanatçısı hem de aslan kesilecektir. Nasıl direnebilir ki bu başkalaşımlara? Doldurulmasına itiraz etmeyeceği boşluğu afişler üşüşür ve tahliye edilmiş bir palazzo [saray/palas] kadar ıssız ve çıplak beyaz perdenin önüne sürükler onu; görüntüler peşi sıra akmaya başladığında, artık dünyada onların değişip durmasından başka bir şey kalmamıştır. Şaşkın şaşkın perdeye bakarken insan kendini unutur; o muazzam kara delik, kimseye ait olmayan ve herkesi tüketen bir hayat yanılsamasıyla canlanır.
Radyo da daha onlar tek bir kıvılcım bile çakmadan varlıkları buharlaştırır. Çoğu kişi yayın yapmaya zorunlu olduğuna inandığı için, insan kendini sürekli Londra'ya, Eyfel Kulesi'ne ve Berlin'e gebe, daimi bir alıcı [Empflagnis] durumunda bulur. O zarif kulakların albenisine kim karşı koymaya çalışır ki? Oturma odalarında parıltı saçar, kafaların etrafını kendi kendilerine sararlar; incelikli bir sohbet açıp ilerletecek yerde, kendi olası nesnel sıkıcılıklarını bir kenara bıraksak bile, dünyanın kişiye en ufak bir kişisel sıkıntı hakkı bile tanımayan gürültüsünün oyun alanı geline gelir insan. Ruhları çok uzaklara dolaşmaya çıkmış gibi, sessiz ve cansız bir halde yan yana oturur herkes; ruhlar kendi keyfine göre dolaşamaz ama, peşlerine düşen haber sürüsü rahat vermez; kısa bir süre sonra da, kim avcı kim av, artık kimse bilmez. İnsanın bir kirpi gibi kıvrılıp kendi önemsizliğinin fakına varmaya çalıştığı kafelerde bile, heybetli bir hoparlörden gelen anonslar doldurur mekanı; kulak kesilmiş dinleyen garsonlar, bu gramofon taklidinden kurtulmayan yönelik yakışıksız talepleri sinirle geri çevirir.

İnsan antenlerle gelen bu yazgı türüne maruz kalırken, beş kıta giderek birbirine yaklaşır. Ama aslında kıtalara yayın biz değilizdir, sınır tanımaz emperyalizmiyle onların kültürü bizi kendine maleder. Boş midenin yarattığı rüyalardan birini görüyoruzdur sanki. Çok uzaklardan küçücük bir top gelir üstüne doğru, yakın plana girdikçe büyür ve sonunda seni ezer geçer; onu ne durdurabilirsin ne de ondan kaçıp kurtulabilirsin, büyülenmiş bir halde kalakalırsın yattığın yerde; dev bir heykel zavallı bir oyuncak bebeği süpürür atar, cüssesi altında kaybeder onu. Kaçıp kurtulmak mümkün değildir. Çin'deki karmaşayı başınızdan ustaca savdınız diyelim, Amerika'daki bir boks maçının hemen üstünüze geleceğinden kuşkunuz olmasın; Batı ise, ister kabul edin ister etmeyin, hep tepenizdedir. Şu yerküre üstündeki tüm dünya-tarihsel olayların yalnızca bir arzusu vardır: Nerede bulunmamızı, arzu ediyorlarsa, orada bir buluşma ayarlamak. Gelgelelim, efendileri kendi evinde rast getiremezsiniz; seyahate çıkmışlardır ve yerlerini bulmak mümkün değildir. Boş odalarını uzun süre önce şimdi efendi kendisiymiş gibi yapan surprise party'ye bırakmışlardır.
Peki ya insan kendini böyle kovalatmayı reddederse? İşte o zaman, insanın, deyim yerindeyse, kendi varoluşu üzerinden tasarrufta bulunmasına kesin bir biçimde güvenceye aldığı için, can sıkıntısı yegane bir uğraş haline gelir. İnsan hiç sıkılmamış olsa, başta da iddia edildiği gibi, muhtemelen hiç var olmamış olur, dolayısıyla da yalnızca bir başka sıkıntı nesnesi olurdu -çatılarda ışık saçar veya film şeridi olarak gösterime sokulurdu. Ama eğer insan varsa etrafını kuşatan, insanın var olmasına tahammülü olmayan bu soyut velveleye ve onun içinde var olduğu için de kendisine ister istemez canı sıkılacaktır.

Güneşli bir ikindi vakti herkes dışarıdayken yapılacak en iyi şey, tren istasyonunda aylak aylak gezinmek veya daha da iyisi, evin perdelerini çekip kanepenin üstünde kendini can sıkıntısına teslim etmektir. Hüzünle kaplanmış bir halde, süreç içinde gayet dikkate değer bile olabilecek fikirlerle flört edilir, durduk yere ciddiye binen farklı projeler tasarlanır. Sonunda da insan, kendisiyle başbaşa olmaktan başka hiçbir şey yapmamak ve aslında ne yapması gerektiğini bilmemekle yetinir. -masanın üstünde duran, camdan yapıldığı için sıçrayamayan cam çekirgeden ve kendi acayipliğiyle hiç mi hiç ilgilenmeyen ufak kaktüsün absürtlüğünden etkilenir sempatisiyle. Tıpkı bu süs-varlıklar gibi ciddiyetsiz bir halde içinde hedefsiz bir huzursuzluk besler yalnızca, kenara itilmiş bir arzuyu, olan ama aslında olmayan şeylerden duyduğu bıkkınlığı büyütür.
Fakat insan sabreder, şu meşru can sıkıntısına özgü sabrı gösterebilirse, adete bu dünyaya ait mutluluklar keşfeder. Rengarenk tavus kuşlarının kurula kurula dolaştığı bir manzara belirir, ruh dolu insan imgeleri gelir gözünün önüne. Bak, senin ruhun da dolup taşıyor, kendinden geçmiş bir halde o hep eksikliğini çektiğin şeyin adını koyabiliyorsun artık: büyük tutku. Bir kuyrukluyıldız gibi sana ışık saçan bu tutku aşağı inse, sarıp sarmalasa seni, başkalarını, bütün dünyayı - ah, işte o zaman sıkıntı biter, olan her şey sahiden olurdu...
Ama insanlar uzak imgeler olarak kalır, o büyük tutku ufukta sönüp gider. Dinmek bilmeyen can sıkıntısı içinde, tıpkı bu yazı kadar sıkıcı, önemsiz şeyler yumurtlar insan."

8 Ocak 2015 Perşembe

Hüzün/Keyifli Hüzün Şarkıda Buluşup Seyyar Olunca/Hayat Güzel Olunca

Tuhaf şeyler hissediyorum. Grek müziğini dinlerken onun içine giren onunla büyüyen bir sevinci çoğunlukla hissederim, bunu yaşayamamak/Wittgenstein'ci bir bahisle "dilinden anlayamamak"la kesintiye uğruyor bu sevinç/sekteye: iki ters bir düz oluyor. Tuhaf tabii bunlar, kültür denilen mesele veya meşgale biraz böyle verdikleri kadar aldıklarıyla da var, o müziği dinleyebilmek/bu bağlamda yaşayabilmek için o müziğin içinde büyüyen yeşillikleri, çiçekleri, böcekleri de görmek gerekir gibi tuhaf bir ikilemin/iki ters bir düzün hissi bütün bunlar. Sadece bu da değil, hayaline düşülen/düşünülen, otlarında oturulan, binalarına bakılan, bir sandalye alıp üzerine oturulacak, havası sonulup, yemekleri yiyilecek başka yerler/kültür olarak adlandırılan işlerle yaşam denilen meselenin etrafında dolanmak, bunlar güzel işler. Örülü ve örgülü işler. Ama mesele bu kadar somut/yazılı/sezili haliyle bitmiyor, çaba gerektiriyor. Bu noktada zannediyorum başka affectler/kültürel/yaşamın kötü affectleri devriye gezer/inzibat süzer hattında düdüğünü çalıyor: edinilen kültürün yer çekimi. Bu bahis tuhaf, bütün bunlar şu esnada aklımı çeldi/yeldi aldı. Herşeyi geçtim verdikleri ve aldıklarıyla yaşamı düşünmek zor galiba, ama iyi ki ses var/örgü var: bir noktada müziğin örgüsü/yaşamın örgüsü [gibi.] Varolsun, sağolsun. 

7 Ocak 2015 Çarşamba

Yakında Çıkacaklar, "Afişe Çıkmak"


Bu başlık sahiden bir başlık olmanın çok ötesinde, bir kategori, bir yaşam heyecanı./Hatta okuryazar servisinin motoru. Neyden mi söz ediyorum? [Aslında herşeyden, ama bir saniye] Yayınevlerinin web sayfalarına asılmış “Yakında Çıkacaklar”-"Hazırlanan Kitaplar"-"Masaüstündekiler"-"Mutfaktakiler" ve sair bahisle levhalandırılmış üretim kategorilerinden söz ediyorum, acayip heyecanlanıyorum orayı görünce, ne güzel diyorum, insanlar “yakında çıkacak” bir şeyler üretmiş, yakınında çıkmış, ama onu herkese yakın yapmanın derdinde ve sair. Bunu görünce keyifleniyorum, acayip tatlı bir duygu. Bütün bunlar olduğu kadar bütün bunlarda değil, önceden beklenilen, aranılan, yeri ayırtılan, bayiisine gidip geldi mi, diye bakmalar ve sair. Hepsi özel. Belki de şaşırmaya meyyal bir gözle yakınlaşmanın yakın bir ışığı; “farkındalık”, yaşam uyarısı veriyor bana. Yeni bir şeyler öğrenecek olmanın heyecanı, bu "yeni" kategorisinde öğreneceklere eklemlenmiş eski kellifelli bilgilerin rahatsızlığı-romatizmalarının azması/"yağmur yağması". Sonra, hoşuma gidecek başlıklar/bölümler/en sona ve tas tamama yayılan ve aslında uzunca bir trenyolunun/"demiryolistanın" rayları olan cümleler; biten, yayılan, bekleyen, şaşıran, sersemleten, ağlatan, güldürmeyi başaran... Seyretmesine hiç doyamadığım kısa bir film gibi, filmi çekenler bu hayatla kültürel bir ilişki kuranlar oluyor genelde, bilgiyle çetin bir mücadeleden çıkıp bilgiyi mübadeleye dönüştürüyor bütün bu kategorinin şemsiyesi altına sığınanlar, takip etmesi bir yandan maliyenin bana verdiği bir görev gibi, ama hiç ilgisi yok maliye işlemleriyle, kültür bakanlığının böyle bir takibi var mı onu da bilemiyorum, onunla ilgili bir görevimde yok. Ama takip etmem gerekiyor, bazen seyrettiğimde oluyor, herhangi bir başlığı ancak bu kadar sevebilirdim, yakınında çıkacaklara “yakında çıkacaklar” bir uç veriyor, ucun 0,5 veya 0,7 olduğu çok da önemli değil:


@cezare-me


kalemin çalışması güzel,
ucun bakkaldan değilde bir kitaptan temin edilmesi daha da güzel,
bütün bunları daha da güzel yapan,
henüz bir kırmızı uca olan ihtiyacım,
henüz olmaktayızdır...

4 Ocak 2015 Pazar

İncelikli-Müşahedeli Bir Bilim


Mesleğin İncelikleri, Heretik Yayınları: Eylül 2014
Dünyanın çeşitliliğinden nasıl faydalanabiliriz?
ama,
Hikaye herşeyden önce iş görmelidir.
ama,
bunda yanlış olan ne vardır? bunun alternatifi nedir?
ama,
herşey zorunlu olarak bir yerde meydan gelir,
ama,
herşey bir yerde cereyan eder

Peki ya “folklorik incelikler kategorisi” nerededir? O zorunlu olarak kişinin yanında, imgesinde, düşüngözündedir.
Becker, oraya bakmakta ısrarcıdır.

Howard Saul Becker'ın bir mesleğin/zanaatin dünyasını anlattığı Mesleğin İncelikleri/Tricks of the Trade kitabı Heretik Yayınlarından [Eylül ayında] "Türkçe söylendi". Kitap haliyle zanaati anlattığı gibi onunla sürekli oturup kalkmışlığı, gidiş gelişleri, "hukuku" olan inceliği de bir hayli anlatıyor: ortam soğuksa onu sıcaklaştırarak ortam sıcaksa onu ılıştırarak, en son da "geriye ne kaldığını" da en baştan anlatarak bütün bir incelikleri anlatıyor. [Buradaki incelik zannediyorum daha çok sözlü-tarih çalışmalarından müşahede edilmesi gereken bir durum, ki zaten Höwie'nin kendi tuhaflığı da burada, sapkınlık sosyolojisi çalışan, lisans-lisansüstü dönemlerinde striptiz kulüplerinde caz çalarak/veya başka bir iş yaparak harçlığını çıkaran, kapitalizmin veya herhangi bir yönetişim biriminin dışladığı haricilere bakan, bütün bunların sonucunda çok fazla kabalığa şahit olabilecekken öyle düşünmeyen bunların kendi içinde bir tür incelik taşıyabildiğinden zerre şüphe etmeyen ve onlara "kafayı takmayı" veya abayı yakmayı süreklileştiren biri. Bunun bir örneğini Türkiye'de Hasan Ünal Nalbantoğlu hocanın kendi daimonunda da görebiliriz. Elbette kendileri nicel/nitel sosyolojisinden-ampiriden çok masa başında/kavram başında/kavram aşında-aşure başında daha çok üretmiş. Hatta gençlik döneminde bu türden iş/çalışmalardan nasılda kaytardığı anlatılıyor/arkadaşlarından-dönemdaşlarından.[Yer: Hasan Ünal Nalbantoğlu'na Armağan'da: İletişim Yayınları.] Ben, Höwie ve Hasan Ünal hoca arasında belirli türden farklı ama incelikli bir rabıtayı düşünüyorum. Bilmem sizler ne dersiniz?] Bu türden incelikleri TV'de gözünüze takılan bir belgeseldeki kuşta görebileceğiniz gibi: [nahanda böyle]
Görsel internetten, baykuş kar baykuşu: dünyaya "ya olur öyle boşver" mi diyor, "yahu çok yoruldum uykum" mu var diyor?
yoksa bugün "aç mı kaldım" diyor; "ne diyor la bu?"
, sokakta incelikle yürüyen şapkalı-bastonlu bir beyefendide de görebilirsiniz veya akşamdan fazla içmiş ama bu içmenin yeri yurdu olmadığından dolayı ellerini/ayaklarını nereye koyacağını bilemeyen bir sarhoşta da görebilirsiniz, inceliği tamamlayabilmek için parktaki bankın birinde yata kalır/düşe kalır. Torunuyla semt pazarına ellinde "pazar arabası"nı neşeyle çekerken bir yandan da torununun haylazlıklarına "dur, dur çocuğum" diyen bir güzel teyzenin heyecanında/naifliğinde de görebilirsiniz. İncelikler dolanıp durur, incelikler dolanıp dururken zamanın belli bir miktarını da durdurur. Zaten asıl mesele de burada, bu incelikleri görmek için/hatta incelikleri bizzat oluşturabilmek için ne yapmamız gerekir'dir/dedir? Bu incelikleri görmek mi lazım, yoksa o incelikleri görünür kılmak mı? [Höwie'nin hikayesi burada mı yoksa?] Bu esnada, yani incelikleri görünür kılmak esnasında kavramlarla-kavramsal taifeye binip dolaşıma çıkmak ve bunu yaparken de dönüp sıklıkla ampiriye [pratikler arasılığına] bakmak icap eder. Bu durumda elinize aldığınız kazmayla ister “nicel sosyoloji” yapın, istersenizse elinize aldığınız kürekle “nitel sosyoloji/kazılar yapın, her ikisi de doğrudan çalışma ve çaprazlamayı gerektirir. Ama bu esnada bunlarla, yani otobüsün şoför koltuğuna oturan kişiyle konuşmak [her ne kadar bir uyarı levhası olarak yazan] “Şöförle konuşmak tehlikeli ve yasaktır” levhasına uymayan, araya, olaya doğrudan müdahil olan “mantık”, “imgelem”, “araştırma tasarımı”, “hipotezler” gibi tezcanlı/heyecanlı işler/kişilerde vardır. Bütün bunlara incelikle bakmayı sürdürmek ve o esnalarda da sırtı tarihselliğe vermek icap eder.

Bu anlamda akademilerde herhangi bir sosyoloji dersinin sınav sorusu olan demokrasiyle ilgili bir soruya herhangi bir öğrencinin sınav kağıdında bilmem hangi dereden su getirdiğini düşünerek yazdığı ama yazarken/yazıyı başlarken inanılmaz heyecanlanıp bütün meseleyi o kadar latif/incelikli bir şekilde anlatabileceğini düşündüğü fakat bütün bu yazma süreci içinde ne dediğini unutup bütün bir cümle ardını/yöresini acayip bir kavga ve gürültüye çeviren bir inceliğin görünmesine müsaade edebilmek gibi, bir inceliği görünür kılabilmek mi lazım? Zaten öğrenci ne yapar eder o cümlenin bir aradalıklarını sınav kağıdının dışında da düşünür, mesele bunu anlayabilecek hocanın bu inceliğe izin verip veremeyeceğidir. Yani bizde yoktur böyle bir incelik türü, "yassah hemşerimdir", açık ve net olmak zorundadır o kağıtlar, sanki herşey açık ve netmiş gibi, sanki bakkaldan 4 tane ekmek alır gibi mi alınıyor/yazılıyor demokrasi?

Madem öyle, nedir bu "bellekhanım" [Mnemosyne] olan incelik? Herhangi bir vesileyle TV'nin herhangi bir programında güzelliğiyle gözlerimizi/ruhumuzu büyüleyen herhangi bir kuşun kendisini esnetişinde gözümüze/gözümüzdeki inceliğe takılan bir hareketini bir başka hareketle birlikte eşanlı olarak düşündüğümüzde anlamlı/incelikli olabileceğini keşfedebileceğimiz [Fotoğraf2] gibi meslek yapma/zanaati de yaşamın tümdüzeliğinde karşımıza çıkabilecek inceliklerde vukuf sahibi bir ehliyetlilikle yata/yatıyor. İncelik denilen hadise tam olarak burada: belli bir olayı/meseleyi eşanlı olarak başka bir meseleyle düşünebilmek ve bütün bu süreç boyunca keşif sınırlarımızı genişletmek. Bunları görmek için elbette belirli türden bir ortam ve buna eşlik edecek bir tür yersiz-yurtsuzluk yatıyor bana kalırsa. HD kalibresinde belgeseller [animal] izlerken bu kadar inceliğin nasıl yapıldığını ve bunların nasıl görünür kılındığına acayip şaşırıyorum, sonra yaşam bir kat daha hem kendine dair hem de kendi dışındakilere dair "bir kaç kat daha çıkıp" anlamlı oluyor, bizde kat çıkmak müteahhitlikle özdeş olduğu için Becker'ın "folklorik incelikler koleksiyonu"nda inceliklere dair kat çıkmak yanlış yankılanabilir...O zaman incelik kendini anlamaya/kendiyle birlikte anlamaya, yetmeyip anlamlandırılmaya dair bir süreçtir, incelikle yapı ve ruhsatı düşünsel süreçte alınmış bir kat çıkmadır. Bir görev sürecinden çok [buradaki mesai içiyle sınırlandırılmış] bir adanmışlık sürecidir. Yoksa taraftarlığı, tribünlerde "Adanmış Hayatlar" diye pankart açıp deplaseler yapan grupları, insanları nasıl anlayabilirdik? Yaşamdan kopmaya veya belirli türden tekdüze bir yaşama epistemolojik veya psikolojik kopuşlar koyup "araya reklamlar almaya" dair hayatla belirli türden ilişkiler kurmaya dair bir incelikliliktir. Bir vakitler Deleuze bir insanı anlayabilmek için eşanlı olarak o insanın rit[i]mini anlayabilmenin elzemli oluşuna dikkat etmişti düşüngözünü. Mesele hayatın içinden, katmanlı anlamlar biriminden incelikli bir verimliliği tekrarlayabilmek için incelikli bir meseleyi/gözü şart koşar. Herşeye rağmen bu alanda vukufiyet sahibi olmaya gelir mesele.   

http://howardsbecker.com/
Söz gelimi, Sosyoloji lisans öğrencisinden incelikli biri olmayı nasıl beklersinizdir, buna dair ne düşünebilirsinizdir? Yani/ne yaparsa bir sosyoloji öğrencisi inceliklidir? Höwie zaten akademide yer parselleyen yardoç, doçent, profesörden ziyade öğrencinin inceliğini düşünmektedir; ona göre kurmuştur alarmını. Dolayısıyla bu kitap Türkiye'deki sosyoloji bölümlerinde açık ara en çok okutulan derslerden olan "Araştırma Yöntem ve Teknikleri"/"Nitel-Nicel Sosyoloji" gibi derslerden harici olarak hayata bakmayı ama bunu eşanlı olarak da zanaatle bakmayı/yapmayı öğretiyor. Bu anlamda öğretme sözcüğünü bildik öğretim teknikleri yerine sabah vaktinde öten bir horozun veya telefonun alarmı gibi incelikli bir uyarıyla yapar. Bunu ayrıca Höwie'nin kendi naif yazı üslubuyla birlikte düşünüyoruz, oyuncu arkadaşının kademesine giren açık oyuncusu gibi topu uzaklaştırabilecek kadar güzel bir öz/doz sahibidir Höwie, bunu Heretik Yayınları'ndan daha önce Türkçe söylenen Hariciler Sosyal Bilimcilerin Yazma Çilesi- kitaplarında da görebiliriz. Ve ayrıca, yazı demişken bir bakalım Türkiye'deki kaç sosyoloji bölümünde yazmak ve yazmanın mümkün dünyası üzerine bir ders/bahis yürütülüyor diye? Galiba eksiklik incelikli bir dersten çok incelik sahibi hocalarda...Höwie'yi okurken şunları hissederim [bütün bu vukufiyeti aslında gizil kılan], ellerini, ayaklarını tam olarak nereye koymasını kestiremeyen bir bilmeme halini, birinci elden bilgi=birinci elden halin imkansızlığı?

Hocası/sevdiceği Herbert Blumer'ın bir bahsiyle devam etsin yazı: 
"Araştırmacı, neredeyse tanım gereği, çalışmayı tasarladığı toplumsal yaşam alanına dair ilk elden bir bilgiye sahip değildir. Bu alan pek dahil olmaz ve bu alanı oluşturan insanların faaliyet ve tecrübeleri ile genelde yakın bir temas kurmaz. Konumu, neredeyse her zaman bir yabancının konumudur; bu itibarla, verili bir yaşam alanında olan biten hakkında bariz bir şekilde basit bir malumatla sınırlanmıştır. Afrika'daki seçkin siyasi zümreyi, Latin Amerika'daki öğrenci eylmelerini yahut da suç konusunu çalışmayı tasarlayan bir sosyolog ile ergenlikte uyuşturucu kullanımı, siyahi öğrencilerin özlemleri ya da çocuk suçluların yargılanması üzerine çalışan bir psikolog, incelenen alana ilişkin içeriden ve ilk elden bilgi eksikliğine örnek teşkil ederler." 
Galiba bu ilk elden bilgiye sahip olmak konusunda endişesi olan Höwie bu sebeple incelikliğe bakmayı hep bir zanaat biçimi olarak sürdürüyor.
Bütün bunların haricinde gene bir söz: iyi bir kitap karşısındakini mahcup eden bir kitaptır. Buna Türkiye'deki sözlü aktarım pratiğinde "ehl-i zanaat kişisi" veya .............................. denir. 

"Ancak bu incelikleri okumakla yetinmek size pek bir şey kazandırmayacaktır. Bunlarla sadece oyalanabilirsiniz. Hatta bunlar sizi daha kültürlü hale de getirebilir. Ancak nasıl kullanıldıklarını öğrenmediğiniz sürece bunlar size gerçekten ait olmayacaklardır."

Bütün bunları yaza düşe çıkarkan/düşe yaza çıkarken Viyana Filarmoni Orkestrasını dinlemekte beni bu yazmaya elimden tutup götüren incelik olsun, Höwie Becker'a selam olsun, ince zarif güzel adam... 

3 Ocak 2015 Cumartesi

Duyguların Tasnifini Yapmak, Ne türden bir tasnif: Affectler Arası Bağlantı?

Uçan kuşlar martılar, ve duygular ve duygular.
Olayların, haberlerin,[en çok da bunların] mevcudiyetlerin [muhtarlarda, okullarda, defterdarlık, maliyeler, hastaneler, evrak odaları, kayıt büroları] tasnifi yapılır ama duyguların tasnifi yapılmaz, bu genellikle tasnife uygun olmadığından değildir. Başıboştur duygular, [elbette toplumsaldır ey blogokur, zaten mesele bunda] ancak ortaklaşabilirken kolektif bir reflekse karşılık gelir, ama öte taraftan biraz münzevi yaşanır, sessizce, belki de çaktırmadan. Bizim buradaki mevzuumuzun ışığı daha çok duyguları ilkel anlamda bir tasnife iliştirip iliştiremeyeceğimize göre yakıyor ışıklarını. Bir çekincemiz ise kapitalizm denen medyum aygıtının duyguyla bağının gömülü (embedded) olduğu konusunda yaşanan girilmez/yasak levhalarına gâm oluyor. Ama gene bu değil, asıl iş duygulara bakmak.

Ve elbette bu duygularla ve akılla yürütülen bir çalışma ve soluk alanı olarak edebiyat aklımı çeliyor.


Duyguların tasnifi yapılacaksa bir zamandizin şöyle ilerlemez, veya görünürde şöyle ilerler, ama görünürde de, hallerinde, bedensel tavırlarındadır ve dolayısıyla bu zamandizinde vuku bulan ifadelerle yaşam gitmez, bu açıdan hem örtüktür yani doğrudan bir tanım vermek konusunda çekingendir hem de bunların neyden kaynaklanabileceğine dair bir arayışı gerektirir, olmaklık veya arayış diyebileceğimiz, yanıbaşındalığın temaşası iç içedir ve katmanlaşmıştır; 



06,45: Uyandım, huzursuzum

07,00: Kahvaltıda reçel bitmişti. / Tatsızım

07,30: Otobüs çok geç geldi. / Sinirliyim

09,00: Müşterim çok iyi niyetliydi / İyi hissediyorum

10,00: Bu seferki müşterimiz işinin yolunda gitmemesine sinirlenip kurumsal hıncını benden çıkardı. / Hiddetliyim

12,30: Öğle yemeğimde tabaktan kıl çıktı. / Açlık ve tiksinti arasında ince bir çizgideyim.

13,30: Sevdiğim bir ilkokul arkadaşımın trafik kazasında öldüğünü bir başka arkadaşım aracılığıyla öğrendim. / Telaşlıyım

14,30: Hava aşırı sıcak. 

16,00: Akşama ne pişireceğimi düşünüyorum, evde ne tür malzemenin, tam olarak neyin olup olmadığını hatırlamıyorum.

17,00: Otobüs çok kalabalık, elimde galiba çok fazla gereksiz torba var.

18,00: Evin kapısını açtığımda küflü bir koku hissettim, burnum sızladı.

18,25: Ne yiyeceğimi bilmiyorum.

19,00: Menemen yaptım ama hiç tadı yoktu.

21,00: Okuduğum kitap çok sıkıcı, TV’de de bir şey yok.

22,00: Artık yatmak zorundayım, kafam çatlıyor.

23,00: Kafam çatladığı için hâlâ yatamadım.

01,00: Neden uyandım bilmiyorum, kafa ağrım biraz düzelmiş gibi.

01,05: Yüzümü yıkayıp, TV’yi açıyorum.

01,30: ……

07,20: Reçel gene almamışım…

daha gömülü bir şekilde ilerler, “tadım yok” ama şu bahisle bir tadım yok, mesele müşterinin kötü niyeti falan değildir, benim kendimi aşırı veya gergin hissedişime hazırlayan yapımdan kaynaklı bir toyluktur, bütün bunların üstesinden bir türlü gelemediğim için, herhangi bir duyguyu adam akıllı bir tasnife sokamıyorum. Ve ayrıca bu veya şu duygudan şu veya bu duyguya (olumludan olumsuza, olumsuzdan olumluya) herhangi bir vesileyle, araçla çarçabuk geçebilirim. Söz gelimi TV’de iyi bir filme, bir spor mücadelesiyle karşılaşabilirim. Ama bunların içinde kendimi halen iyi hissedemiyor olacağım için tam olarak da geçmiş sayılamıyorum. İçinde yaşadığım veya üstünde oturduğum çelimsizliği örtbas etmekten pek bir karşılık alamadım, farklı kulvarlarda top sektiren duygusal oyuncuların yerlerini değiştirmek görünürde kolayken, formel ve kurgusal yönden değişiklik yaratmayacak hatta dezanformasyon oluşturabilecek bir durum görür gibi oluyorum. Daha önce çokça yaşadım, biliyorum bir işe yaramadığını. Ama bir iş edinmek gibi kılavuzu izlemem lazım, çalışıyor olmam lazım, vesaire…

Hemen ardından şu ifadeyi kullanmak ihtiyacındayım, “artık toparlanmam ve bu işin vaziyetine bakmam lazım”. Duyguların; mutsuzum, huzurluyum gibi basit başlıklar altında değil, aynen yaşadığım ve henüz anlayamadığım, ayrıksayamadığım vaziyetler, gömülü durumlar gibi izâh etmem lazım. Bunları işlemem ve öyle üstesinden gelmem lazım. Belli ki buraya yakın bir olay yangın yeri aracını duyan ve mesleki edimlerini bu olay yangın yeri durumları için edinen edebiyatı veya anlatılıcılığı, nasıl yaşıyorum ve bendeki etkileri nedir’e ortaklaştırmam, bir ışık altında yol almam lazım. TV gibi geçici bir çare değil, başlıca bir arayışı işaret edecek herhangi bir yolda olmam lazım, duyguları tasnife sokmak bu vesileyle hem kolay, hem zor hem de bir mücadele olarak vukuu bulacak. Sürekli bir yol var, kolay olaylara hemencecik tav olmayacak bir yol. 

Duyguları şurada veya burada, şu veya bu zamanda karşılaştığım haliyle, yani benim de tam olarak ayrıksayamadığım, gömülü halleriyle ayrıksamaya çalışacağım ama bütün bunları gömülü bir şekilde yapacağım. İyi bir çocukluk anımdan bahsedince hemencecik bu çok iyiydi demeyeceğim, buradaki iyi dediğimde ne tür bir iyi var’a bakmak üzere olacağım, trende yolculuktayken ilk kez sevdiği kızın omuzunda uyuyan çocuğun mutluluğu bu demeyeceğim, bu ne tür mutluluktur gibi kendisini belli belirsiz görünür kılan laflar etmeye, mücadeleye girişeceğim. Veya aynı trendeki sevgilinin elli dakika sonra birbirleriyle kavga etme ihtimallerini görmezden gelmeyeceğim. Onları bilmem ne istasyonundan inerken kızın veya erkeğin akrabalarından birinin görme ihtimalini gözardı etmeyeceğim. Matematik dersinde doksan puan alan çocuğun sevincini ve o sevincin olası yatırımını hesaplarken, onbir alan çocuğun hüznü ve hüznün olası yatırımını da hesaplayacağım ve bunları tez bir başlıkla başarılı ve başarısız çocuk olarak “lanse” etmeyeceğim. 

Tasnifi nasıl yapacağımız pek de belli değil, erkeğin kızın omzunda uyuduğunda dünyanın en mutlu veya başka türden bir sözcükle adayıyken istasyona indiğinde akrabalarından birinin görmesindeki tedirginliği de hesaba katıp bunun nasıl bir tasnifleme olabileceği konusunda şaşkınlığımı sürdüreceğim. İyi, kötü, çirkin, avare, aşık, kral, serseri, çalışkan, tembel, başarısız, başarılı, yakışıklı, güzel, cömert, sapkın, terbiyesiz, sarhoş, bedevi, mutlu, huzurlu, sinirli, asabi.

Hem yeterince adlandırılamayacağı için, hem de bu adlandırmanın çok kalıcı/zihinsel temsiller barındırabileeğinden korkuyorum, bunun tedirginliğine tedirgin oluyorum. Bu doğru değil, öyle veya böyle şu veya bu halden çıkıp farklı türden bir olayın içine düştüm, düştüm, düştüm… Kimi olayları kendi kolektifliğimle-karşılıklılığımla yaşarken, kimi olaylar istemeyeceğim türden bir aradalıklar taşıyor, sevdiğim bir olayın içinde şu ve bu vaziyetteyken, bilmem kaç dakika sonra kötü aynı durumun uzantısı olarak kötü bir vaziyetin içine düşme ihtimalim olacak ve elbette tam olarak düşmüş olacağım, düşmek bu anlamda istemeden, kestirmeden düşmek. Belki de toplumsal yaşamın kendiliğinden bir ifadesi olarak usulünce düşmek oluyor. Usul demişken sevinç yüklü bir vaziyetten hüzün yüklü bir vaziyete düşme ihtimalimi ve bunun kurgusal yanını bildiğim toplumsalın usulünü biliyor olmam lazım, bu açıdan biraz zamanda geçmesi lazım, neyin ne olduğunu falan biliyor olmam, uslu olmam lazım. 

Mesela çokça her söze bulaşan “anlatılmaz yaşanır” laflarını aşırı çirkin bulduğum için bu işe girmek zorundayım. Bütün bunları yapabilmem için iyi bir arayış ve mücadele alanıyla ortaklaşıyorum, duygunun silahıyla silahlanıyorum ve onların elimden ve aklımdan geldiğince tasnife sokuyorum, bu tasnifin ilişkili bir tasnif olması adına özen gösteriyorum…bu sefer bilerek düştüm bir şeylerin içine, şu veya bu şekilde çıkmam lazım…

Bütün bunlar belli-belirsiz yolculuklar dizisini kerteriz alıyor, tanıdık bir şeyler var ama ona eklemlenecek yeni havadislerde var, ortam sözcüğü duygu sözcüğünü biraz sönümlendiriyor gibi? ama gene asıl mesele bakmak meselesinde ürüyor [gibi]...

Mesela, mesele deftardarlıkla bir müzikhol nasıl ayrışıyor birbirinden...

2 Ocak 2015 Cuma

Tekrar Eden Verimlilikten İncelikli Bir Verimliliğe: Yolculuk


Afyon/Dinar tarafında bir yerler -Bugünden-.


Her ne şartta/şartlarda olursa olsun aslolan devrim yapmaktır.

Van, bir yanıyla güzel ama bu "bir yanıyla güzel"e katılmayan başka bir yanıyla da bestecinin "kahır dolu bir mektup" dediği bir bahisle de şarkısını söyleyebiliyor. Yaşadığım (ki aslında Vanlı olmam hasebiyle) kaldığım dönemler boyunca, en yakın tarihle -2011-2015- şehre gelmek pek heyecanlı bir meseleyi gündeliğinin başlığı olarak atmamışken şehirden -en çok da otobüsle Edremit/sahilinden-usulca gölüne (ama aslında "denizine") bakarak uzaklaşmak pek hüzünlü şeyler söylüyor bana. Başından beri şehre gelmek pek heyecanlı değilken, şehirden ayrılmak hüzünlü. Gene bir yanıyla Van kendisine eklemlenmiş doğa/doğal güzelliğiyle sürekli bir devrim veya affect halinde eylerken orada yaşayan insanların kendi çehre ve çevrelerini doğallaştırmalarıyla [Az gidip uz giderken göreceğimiz gibi, toplumbilim/sosyoloji denilen bahis en çok bu doğanın içinde yaşayarak ama en çok da bu "toplumsal söyleşinin" doğallaştırılmasına dair bir bahis yüklenir ve bu "bahsi yükseltir". Daha sarih bir şekilde: bütün bir toplumbilim mesaisi veya sevdası doğal olanın/saf doğanın ama o doğanın içindeki toplumsal eyleyicinin/insanın kendi yapıp etmelerini doğallaştırmalarında/habi-tuşlarında/habitus ve bunun süreçleriyle ilgilenir, her toplumbilimsel mesai yaşamın içerisindeki doğa ve doğallaştırmaları müşahede eder.] karşıt bir devrim de sergiler.
Ama mesele bu olduğu kadar bu da değil daha çok. Bununla da bitmez, bütün bunları müşahede eden kişide bu doğallaştırmanın bir nebze de olsa yemeğe katılan tuz/biber kadar tuzu biberidir/parçasıdır. Ama gene ona en çok düşen ince bir verimliliği ne yapıp edip arayıp dururken inceliktir, incelikli bir paramparçalıktır. Aslolarak yaşamak [yani doğanın sürekli yapıp ettiği sonsuzca bir devrimin bir parçası olarak yaşamak] düşünen bir özelliğimiz olması hasebiyle/hatta eylemden önce ona maruz kaldığımız ve bu doğa/doğallaştırma sürecinin her iki tarafında da oyun kurucu olan zaman kavramının izdüşümlerinde yaşamak bu noktada zaman kavramının "toplumsal söyleşi"den daha önce ne söyleyecekse söyler. Tam bu aradalıklarda, mecburi/maruz kaldığım affectler halinde insan hem şaşmaz bir varlığın hem de [doğa karşısındaki hatta doğallaştırmalar karşısındaki zıtların potansiyel habituşlarında] şaşkın/potansiyel bir varlığın salınaduran bir adıdır.

Ama mesele bu olduğu kadar bu da değil daha çok.  Peki, o zaman mesele ne, nerede salına durur?
Galiba yolculuk denilen gitmek, gide gitmek, baka gitmek, fiilinin altını, üstünü, sağını, solunu sürekli çizişinde/salına durur. Herhangi bir aitliği şu veya bu sebeple dahil olurken, bu aitlikten gitmenin/kopmanın ne demek olduğuyla ilgimize dahil ediyor kendisini, zorla, kendisini sürekli tekrar eden incelikli bir verimlilikle. Yolculuk yapıyor olmanın önkoşullarından/önverili birisi kendiliğindenliğe dair bir unutuşun içine dahil olmayı sıklıkla yapıyor olmaktır. Bunu yolculuğun hem doğal hem de doğanın doğrudan içinden yapıyor olmasına borçlu gibiyizdir. [sürekli bir yolculuk halinde değil miyiz ki zaten; okula giderken veya bakkaldan ekmek almaya giderken?] Bizi sürekli meşgul eden bir büyülenmeye daimi olarak hazır olmamızın [ki bunu doğallaştırmalardan uzakta ama doğrudan doğanın içinde seyir aralarak] gene bir ön ve uzama dair bir koşulu da vardır; affectler/yani Spinoza'nın doğrudan hedef aldığı "iyi etkiler" veya "kötü etkiler" bizi etrafına-çitine/seyrine doğru sürüklemeye hazırdır.


Dışarıyı içeriyle anlmaya çalışırken
Dolayısıyla, yolculuk yapmak veya sokaklarda yürümek, okula veya ekmek almaya giderken bizimle sürekli bir gölge halinde dolaşan işte o affectlerdir. Ki o affectler olmadan yaşayamaz veya yaşatamazdık. Kötünün kudretini/varsıllığını tekrar edebilecek kötüyü veya iyinin kudretini/müşahedesini süreklileştirecek yaşamsal iyi/kötü=affectleri. Bütün bunlar bizim varoluşumuza içkin olduğu gibi bizimle de bitmez, bu bahis hiç bitmez. Hep böyle devam eder: bilinenden/ama en çok da tanıdık olandan [HENÜZtanınamayana/bilinemeyene yolculuk. Süreklileştirilen bir yolculuk ancak tekrar eden verimlilikler namına var olur, her tekrar eden verimlilik bizim yaşamsal doğallaştırmalırımızla birlikte bizi de var eder. Var olma hali o zaman benim hissettiğim anlamda düşünen varlığın/Spinoza diliyle affect halindeki varlığın var olma halinde doğru geniş bir okyanus içerisinden yelkenliyle yolculuk yapmaya benzer. Gene bir yolculuk kendinde, ama kendinde de yetmeyen folklorik inceliklerin bir yere taşınmasıyla kaba-ham bir yolculuğun incelikli folklorik kategoriler/koleksiyonu olan ince affectlerle de yapılır. Her ne kadar benimle/yanımda hareket eden saiklerim ve meselelerim varsa benim onlarla hareket ettiğim ön saikler veya geçişliliklerde söz konusudur. Bütün bu olup bitenlere/ama aslında hiç de olup bitmeyenlere dair ne anlam atfedeceğimiz bizim varlığımızın tekrar eden verimliliğince şekillenir. Gene bütün bu ham veya incelikli koleksiyonu örten/açık etmeyen bir dil veya dilsel yapıyı muhteva eden kültürel atıflar "toplumun söyleşisinde" kazanıldığı gibi kazanılırken orada da bırakılabilinir. Bütün mesele veya aslında bütün olmayan bir mesele bütün bu inceliklerin ayrışmasına/en çok da ayrıştırılmasınca anlaşılabilinir ancak. Gene bir yolculuk yaşamın/doğallaştırmanın kapladığı gri bulutların altında tekrar eden verimliliğin çok az tekrar eden incelikli bir verimliliğe dönüşümlü açık bir gökyüzüdür, gökyüzündedir...