Bu aralar bir hayli kafam karışık, aslında kafam karışık değil varlığım karışık [bildiğin Heidegger'ci anlamda öteberi meselesi işte!], bunlara tekabül edecek bir sözcük sıkıntı tabii, sadece kendi sıkıntısına ait olmak gibi bir durumumda söz konusu değil, kendi dışımdaki meşgulsıkıntılarla yani genel bir sıkıntı halinden söz ediyorum, gördüklerime dair; bozkır çoraklığındaki bir sıkıntı olduğu nispette maki ikliminde de görülebilecek/altyazısı geçecek bir sıkıntı. Ehliyeti olmayan birinin sıkıntısı bunlar en çok. Düşünce ve düşüncenin [belli kriteri olan/olmaktan başka çaresi olmayan] verimli olanından kaynaklı bir verimsiz sıkıntı. Ama mesela düşünce olunca sıkıntının verimli veya verimsiz oluşu önemli bir radde/hâl. [Bu gene herhangi bir sıkıntı anında düşünmeye değer]. Devam edeyim, buna yakın bir yerden geçiyorsanız sözcüğünüz sıkıntı veya tatsızlık neviinden şeyler olur gibi geliyor bana, işte o esnada Siegfried Kracauer'un [Adornogillerin mahallelisi, Simmelgillerin kalemi/silgisi, ama boşverin basbaya kendisi] "Kitle Süsü"nün içinde bir metnine denk geldim, aha dedim valla olaylar böyle geçiyor benim muhitte de, çok iyi yahu dedim, onu bir şey yapayım derken ben bunu bloğa asayım dedim, [yaklaşık 25 dakikadır bunu yazıyorum, dönüp okuyabilmek açısından büyük fayda görür.]
Şöyle alalım sizi:
"Bugün, sıkılacak zamanı olup da sıkılmayanlar, hiç kuşkusuz, en az sıkılacak zamanı olmayanlar kadar sıkıcıdırlar. Çünkü bu insanların benliği kaybolup gitmiştir; eğer bir benlikleri olsaydı, bu benlik bilhassa da günümüzün koşturmacalı dünyasında onları amaçsızca, nerede olursa olsun uzunca bir süre durmak [langweilen/canı sıkılmak, lang verweilen/uzun süre durmak] zorunda bırakırdı.
Çoğu insan boş vakit bulamıyor kuşkusuz. Bütün enerjilerini temel ihtiyaçlarını karşılayacak kadar bir gelir peşinde koşmakla harcıyorlar. Bu can sıkıcı zorunluluğu daha katlanılır kılmak için, meşguliyetlerini ahlaki bir peçeyle süsleyen ve hiç olmazsa ahlaki açıdan bir ölçüde rahat etmelerini sağlayan bir iş etiği uydurmuşlar. Kendini ahlaklı bir varlık olarak hissetmenin verdiği gururun bütün sıkıntıları giderdiğini iddia etmek abartılı olur; fakat bizim asıl konumuz gündelik angaryanın doğurduğu amiyane sıkıntı değil, çünkü bu sıkıntı, insanları ne öldürür ne de yeni bir hayata başlatır; ahlaki açıdan onaylanmış bir işten daha makbul başka bir iş sunulur sunulmaz giderilen bir hoşnutsuzluğu ifade eder sadece. Bununla beraber, işlerini ara ara esneyerek yapmak durumunda olan insanlar, işlerini hevesle yapanlardan daha az sıkıcı olabilir. Bu ikinci, mutsuz tipler, koşturmacaya her geçen gün biraz daha derdinden dahil olmaya zorlanır ve sonunda ne yapacağını bilemez hale gelir; yapmaları gerekeni görmelerine imkan sağlayacak sıradışı, radikal sıkıntı, onlara sonsuz uzaklıktadır artık.
Yine de, hiç boş vakti olmayan kimse yoktur. İşyeri daimi bir barınak değildir, Pazar günleri kurumsallaşmış tatildir en azından. Dolayısıyla esasen herkes bu güzel tatil saatlerinde kendini toparlayıp gerçek sıkıntıyla karşı karşıya gelme imkanına sahiptir. Fakat insan hiçbirşey yapmak istemese bile, ona bir şeyler olur. Dünya, insanın kendine gelmemesi için elinden geleni yapar, insan dünyayla ilgilenmese bile, dünya insanın huzur bulamayacağı kadar, nihayet hak ettiği gibi adamakıllı sıkılmasıyla ilgilenir.
İçinden doyumun filizlenebileceği bir doyumsuzlukla dolu bir halde, akşamları sokaklarda gezmeye çıkılır. Çatıların üzerinden ışıklandırılmış sözcükler süzülür; insan kendi boşluğundan reklamların yabancı dünyasına sürülmüştür bile. Beden asfalta kök salar; artık kendi ruhumuz olmayan ruh, aydınlatıcı, ışıktan vahiyler eşliğinde, karanlıktan karanlığa dolaşır durur. Ah bir kaybolabilse! Ama bir atlıkarıncaya hizmet eden Pegasus gibi, daireler çizmek zorundadır; bir likörün yere göğe sığmayan ününe ve en iyi beş-kuruşluk sigaranın faziletlerine övgüler düzmekten yorulması yasaktır. Bir çeşit büyü, ruhun onlar dolayısıyla kendini durmadan yeni bir parıltılı cümleye dönüştürdüğü binlerce ampulle ruhu mahmuzlar.
Bir anlığına kazara geri dönecek olsa, bir sinema salonunda kendini şekilden şekile sokturmak için çekip gideceketir beklemeden. Sahte bir Çinli olarak sahte bir afyon kahvesine çömelecek, bir film divasının hoşuna gitmek için gülünç zeka gösterileri yapan eğitimli bir köpeğe dönüşecek, yalçın dağların arasında fırtınaya tutulup büzülecek, aynı anda hem sirk sanatçısı hem de aslan kesilecektir. Nasıl direnebilir ki bu başkalaşımlara? Doldurulmasına itiraz etmeyeceği boşluğu afişler üşüşür ve tahliye edilmiş bir palazzo [saray/palas] kadar ıssız ve çıplak beyaz perdenin önüne sürükler onu; görüntüler peşi sıra akmaya başladığında, artık dünyada onların değişip durmasından başka bir şey kalmamıştır. Şaşkın şaşkın perdeye bakarken insan kendini unutur; o muazzam kara delik, kimseye ait olmayan ve herkesi tüketen bir hayat yanılsamasıyla canlanır.
Radyo da daha onlar tek bir kıvılcım bile çakmadan varlıkları buharlaştırır. Çoğu kişi yayın yapmaya zorunlu olduğuna inandığı için, insan kendini sürekli Londra'ya, Eyfel Kulesi'ne ve Berlin'e gebe, daimi bir alıcı [Empflagnis] durumunda bulur. O zarif kulakların albenisine kim karşı koymaya çalışır ki? Oturma odalarında parıltı saçar, kafaların etrafını kendi kendilerine sararlar; incelikli bir sohbet açıp ilerletecek yerde, kendi olası nesnel sıkıcılıklarını bir kenara bıraksak bile, dünyanın kişiye en ufak bir kişisel sıkıntı hakkı bile tanımayan gürültüsünün oyun alanı geline gelir insan. Ruhları çok uzaklara dolaşmaya çıkmış gibi, sessiz ve cansız bir halde yan yana oturur herkes; ruhlar kendi keyfine göre dolaşamaz ama, peşlerine düşen haber sürüsü rahat vermez; kısa bir süre sonra da, kim avcı kim av, artık kimse bilmez. İnsanın bir kirpi gibi kıvrılıp kendi önemsizliğinin fakına varmaya çalıştığı kafelerde bile, heybetli bir hoparlörden gelen anonslar doldurur mekanı; kulak kesilmiş dinleyen garsonlar, bu gramofon taklidinden kurtulmayan yönelik yakışıksız talepleri sinirle geri çevirir.
İnsan antenlerle gelen bu yazgı türüne maruz kalırken, beş kıta giderek birbirine yaklaşır. Ama aslında kıtalara yayın biz değilizdir, sınır tanımaz emperyalizmiyle onların kültürü bizi kendine maleder. Boş midenin yarattığı rüyalardan birini görüyoruzdur sanki. Çok uzaklardan küçücük bir top gelir üstüne doğru, yakın plana girdikçe büyür ve sonunda seni ezer geçer; onu ne durdurabilirsin ne de ondan kaçıp kurtulabilirsin, büyülenmiş bir halde kalakalırsın yattığın yerde; dev bir heykel zavallı bir oyuncak bebeği süpürür atar, cüssesi altında kaybeder onu. Kaçıp kurtulmak mümkün değildir. Çin'deki karmaşayı başınızdan ustaca savdınız diyelim, Amerika'daki bir boks maçının hemen üstünüze geleceğinden kuşkunuz olmasın; Batı ise, ister kabul edin ister etmeyin, hep tepenizdedir. Şu yerküre üstündeki tüm dünya-tarihsel olayların yalnızca bir arzusu vardır: Nerede bulunmamızı, arzu ediyorlarsa, orada bir buluşma ayarlamak. Gelgelelim, efendileri kendi evinde rast getiremezsiniz; seyahate çıkmışlardır ve yerlerini bulmak mümkün değildir. Boş odalarını uzun süre önce şimdi efendi kendisiymiş gibi yapan surprise party'ye bırakmışlardır.
Peki ya insan kendini böyle kovalatmayı reddederse? İşte o zaman, insanın, deyim yerindeyse, kendi varoluşu üzerinden tasarrufta bulunmasına kesin bir biçimde güvenceye aldığı için, can sıkıntısı yegane bir uğraş haline gelir. İnsan hiç sıkılmamış olsa, başta da iddia edildiği gibi, muhtemelen hiç var olmamış olur, dolayısıyla da yalnızca bir başka sıkıntı nesnesi olurdu -çatılarda ışık saçar veya film şeridi olarak gösterime sokulurdu. Ama eğer insan varsa etrafını kuşatan, insanın var olmasına tahammülü olmayan bu soyut velveleye ve onun içinde var olduğu için de kendisine ister istemez canı sıkılacaktır.
Güneşli bir ikindi vakti herkes dışarıdayken yapılacak en iyi şey, tren istasyonunda aylak aylak gezinmek veya daha da iyisi, evin perdelerini çekip kanepenin üstünde kendini can sıkıntısına teslim etmektir. Hüzünle kaplanmış bir halde, süreç içinde gayet dikkate değer bile olabilecek fikirlerle flört edilir, durduk yere ciddiye binen farklı projeler tasarlanır. Sonunda da insan, kendisiyle başbaşa olmaktan başka hiçbir şey yapmamak ve aslında ne yapması gerektiğini bilmemekle yetinir. -masanın üstünde duran, camdan yapıldığı için sıçrayamayan cam çekirgeden ve kendi acayipliğiyle hiç mi hiç ilgilenmeyen ufak kaktüsün absürtlüğünden etkilenir sempatisiyle. Tıpkı bu süs-varlıklar gibi ciddiyetsiz bir halde içinde hedefsiz bir huzursuzluk besler yalnızca, kenara itilmiş bir arzuyu, olan ama aslında olmayan şeylerden duyduğu bıkkınlığı büyütür.
Fakat insan sabreder, şu meşru can sıkıntısına özgü sabrı gösterebilirse, adete bu dünyaya ait mutluluklar keşfeder. Rengarenk tavus kuşlarının kurula kurula dolaştığı bir manzara belirir, ruh dolu insan imgeleri gelir gözünün önüne. Bak, senin ruhun da dolup taşıyor, kendinden geçmiş bir halde o hep eksikliğini çektiğin şeyin adını koyabiliyorsun artık: büyük tutku. Bir kuyrukluyıldız gibi sana ışık saçan bu tutku aşağı inse, sarıp sarmalasa seni, başkalarını, bütün dünyayı - ah, işte o zaman sıkıntı biter, olan her şey sahiden olurdu...
Ama insanlar uzak imgeler olarak kalır, o büyük tutku ufukta sönüp gider. Dinmek bilmeyen can sıkıntısı içinde, tıpkı bu yazı kadar sıkıcı, önemsiz şeyler yumurtlar insan."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder