10 Şubat 2015 Salı

Futbolun Müstesna Ruh ve Devrelerine Devriye Gezmek




Serinin birinci cildi Osmanlı Melekeleri’nden sonra serinin ikinci cildi İdmancı Ruhlar. Mehmet Yüce ve onun diliyle, İletişim Yaynları-Ocak 2015
“Muhayyel Ahbaplar”la konuşan, azıcık gezgin çokça emektar ama oyundaki terimle ince gören makina mühendisi Mehmet Yüce günümüzdeki futbolun gerdirdiği [ve bunu da paranın alım-satım gücüyle yaparak, ipotekli bırakmadığı bir zamanda] ipin üzerine çıkıp [dolayısıyla ince bir dikkatle hatta rikkatle] futbolun, bizatihi futbolu oluşturan unsurlara; döneme, futbolcuya [ki onlar Yüce’nin dilinde osmanlı melekleri, beyefendiler, evliyalar’dır] başkana, hakeme, seyahatlere, azınlık takımlarına, bütün bunları neş’et eden futbolun kadim devrelerine -ipin üzerinden- devriye geziyor. Bütün bunlar Yüce’ye futbolun duruşmasında “yetkin” pazubandı takılan hakem arkadaşının bir futbol ansiklopedisi hediye etmesiyle başlıyor. Elbette çocukluğunda maçlarına gittiği, tribünde köfte ekmek yediği bir geçmişin zorunluluğunu ve hissini de hiç yanından kaybetmeden. Dolayısıyla kitabın bu açıdan şumüllüğü, inceliği, kendi içindeki dsiplin ve azmi yazarın hayatında meskûn olduğu için, hadiseye bakarken [mecmualar, tefrikalar, hayatlar, olaylar, haberler, vs] yazarın bu bakma biçimlerine giren/hatta başköşeye oturan dil’i de kadim bir devreden teşrif etmektedir. O halde, bir kitaptan veya ana unsuru yazıdan söz edilecekse oraya giren, bizatihi şumullüğünün hürmetine: üzerindeki giysiden, üzerine sıktığı kokudan, ayakkabılarının titiz-temiz olduğu kadar, dilin kurduğu-kurmak zorunda kaldığı arkadaşlık da [demsâz] o kadar tesirli olmaya başlıyor. Bu hususta hatırlayalım Wittgenstein: “Yeni bir dil kurmanın yeni bir yaşam biçimi, bambaşka bir tahayyül olduğunu söylemektedir.” Bu doğrudan veya dolaylı olarak çalışmayı biçimlendirdiği gibi, sağlam veya kırık bir iskemleye de oturtmaktadır. Yüce’nin kadim devreleri anlatırken kadim bir dili kullanıyor olması herşeyden evvel okur nezdinde heyecanlı bir işe girişmenin muştusunda bulunur, sağlam bir iskemleye oturup çayını söylemiştir. 

Günümüzde TV veya başka mecralarda salt oyuna gözünü tavşanca dikmiş, teknik-taktikle oyunu biçimlendirdiğini düşünen zevat-zabit kahramana bakarken, Yüce, “muhayyel ahbaplar”ıyla konuşup hadiseyi ve oyunu gözlemlerken âlime, beyefendiye bakmayı yeğliyor. Sonra bu bakmakla da kalmıyor, konuşuyor onlarla, onlar Yüce’nin muhayyel ahbapları, günümüzde çok fazla bakmakla biçimlenen futbolu okumaya, toplumsal olarak okumaya daha fazla zemin hazırlıyor bütün bunlar. Söz gelimi 1923’lerde memlekete yabancı takım kimliğiyle teşrif eden Slavia Prag takımı 6 gün içinde 4 müsabaka yapıp, hepsinden de galip gelirken Slavia takımına hazırlanan yemek listesini görüp, “o menüde de levrek var başka menüde de levrek var”, “yahu o dönem levrek İstanbul boğazında bol ve lezzetliymiş” anlaşılan diye bir sorunun peşine düşebilirsiniz. [Levrek birkaç kaynağa bakınca Mart mevsiminin âfeti-güzeli diye geçmekte oysa hadise Temmuz aylarında oluyor. Dönemler ve balıklar değişiyor mu?] Bu gibi sorular sormak, keyfi okuma kadar teknik/çapraz okumadan kaynaklı soruları da beraberinde getiriyor. Zaten toplumsal birliğin tesisi için kurulmuş ve gene içinde bir tür federasyon kurarak kısmi özerkliğini tamamlayanlara dair herşeyi “okumak” gerektiğini kadim insanlar, kadim alimler, kadim sosyologlar söylemektedir. Bu işin özü, topluma ve onun altyapısal bir unsuru olan oyun-futbola da bakmak ancak okumakla mümkün olur, bu gerçek bir anlamda inceliktir. Okumak dedik, bu hususta Yüce kadim devreleri yazarkan dönemin mecmualarını okuyor, dönemin kıyıda köşede kalmış hadiselerine fenerle bakmayı gerçekleştiriyor. Bütün, her yere konan ve vızıltısını eksik etmeyen perakende ışık yerine belirli yerlere [günümüzdeki D-SLR makinelerinin yaptığı gibi fokuslanan] fenerinin tuttuğu ışıkla fokuslanarak dilinin tuşuna basıyor, zaten tâb olanları tabii-görünür kılıyor. Bir tür okuma çeşidi olarak görmek de mümkün, lüzumlu, varlığı genişleterek okumak, futbolun şahsiyetini öğrenirken bu öğrenmeye farklı türden eklemlenebilecek başka bir incelik...Ama bir saniye, bu okumanın içinde heyecan, öğrenme ve keyif var.

Tabii bu noktada ‘futbolu-oyunu hangi insani düzenliliğe yerleştireceğiz’ diye bir soru sormaya kalktığımızda cevabı mümkün mertebe kültürün sınırlarında olacaktır, elbette bu artık rasyonel bir izâh yerine çokça folklorik ve mezbut kalmaktadır. Zira, bizatihi oyun artık ekonomiyle raks eylemektedir. Bu hususta ekonominin şöyle bir soru sormayacağını biliriz: “Türk futbolunda ilk şehirler arası seyahati (deplasmanı) hangi takım yapmıştır?” Kitaptan da öğrenmekteyiz ki ilk deplasmanı Ankara İdman Yurdu takımı yapmıştır, bu hususla ilgili Ankara takımlarından Gençlerbirliği’ne hem ekonomik hem de kültürel/folkorik bir teşekkür, bu hususta ‘bangır bangır Gençler Çalıyor’ şarkısında ‘folklorik meselelerden başka kimseye borcumuz yoktur’ deyü şarkı sözleri vardır! Bize öyle gelmektedir ki Gençler ve Ankara bu açıdan kültürel bir seyahatin şarkısını hâlâ söylemektedir. Ve ayrıca bu ziyaret Eskişehir şehrine olurken, maç sonrası keyifli bir yemek yenildiğini öğrenmekteyiz/Ankara ekibinin 0-5’li bir skorla kazanmasına rağmen! İlk komşu deplasman olarak Adana’nın Mersin’e yaptığı seyahatin olduğunu bilmek bir tarihi az-çok bilmekle insana yerel bir güven hissi veriyor, bu yerellik evrensele açılabilir elbette. 

Futbol insan için, insanın düzenlilikleri hem yaratma hem de ivme kazandırma takviminde olmazsa olmazlardandır, hatta ileri gidip hayatın belli dönemlerinde mahcubiyetle savunma [gol yememek uğruna verilen cefa] yapabilirken, hoş bir kıyafetle hücuma [neşeli gözyaşları için elbette!] da kalkabilir insan. Futbol ve hayat arasındaki benzeşimler ortak manalara açıkken farklar oldukça azdır, her ailede “teknik direktör” vardır, her ailede hücum oyuncusu olarak görülebilecek evin çocuğu vardır, futbolda “gol” nasıl yerinden kalkmış harekete meyyal bir neşe kaynağıysa evin küçük çocuğu da öyledir. Benzerler, uzatıp sıkmayalım, nereden ve nasıl anlamlandırdığınıza ve bunu hangi ölçekle yaptığınızada göredir. Yaşam kadar seyyaldir bu mesele. Mesela şu hususta yazarın yanına alıp konuştuğu muhayyel ahbapların bir hikayesi gözleri nemlendirmez mi: “Zeki Bey [Fenerbahçe takım kaptanı] ve Nihat Bey [Galatasaray takım kaptanı] maçla ilgili hatıralarını anlatmaya başladılar. Özellikle Milli Takım’ın ilk gölünü anlatırken Zeki Bey’in gözleri yaşardı. Aslan Nihat kendisine, üzerine Galatasaray Kulübü’nün gayın sin arması işlenmiş beyaz mendilini uzattı. Zeki Bey yaşaran gözlerini silerek yanındaki kadim dostuna teşekkür etti.” Bu esnada kitap tarihe baktığı kadar geleceğe de bakıyor, -gene- bu esnada elbette gözleri yaşlı olarak. Ama gene yaşam, okula gidip okuldan dönünce, pazara gidip pazardan dönünce, keyifli bir fikri taşıyıp ondan vazgeçince ve yeni bir kitabı beklerken kendine göre ama daha çok incelikli ve anlamlı. Şimdi [serinin üçüncü cildi olacak] Romantik Yürekler’i beklemenin özlemine kadar bekleyeceğiz, galiba bu esnada hayatın herhangi bir yerinde orta sahada top çeviriyor olacağız…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder