13 Eylül 2017 Çarşamba

"İki Ekim Bin Dokuz Yüz On Bir Uykusuz Gece"

"Schlaflose Nacht. Schon die dritte in einer Reihe. Ich schlafe gut ein, nach einer Stunde aber wache ich auf, als hätte ich den Kopf in ein falsches Loch gelegt. Ich bin vollständig wach, habe das Gefühl gar nicht oder nur unter einer dünnen Haut geschlafen zu haben, habe die Arbeit des Einschlafens von neuem vor mir und fühle mich vom Schlaf zurückgewiesen. Und von jetzt an bleibt es die ganze Nacht bis gegen 5 so, daß ich zwar schlafe daß aber starke Träume mich gleichzeitig wach halten. Neben mir schlafe ich förmlich, während ich selbst mit Träumen mich herumschlagen muß. Gegen 5 ist die letzte Spur von Schlaf verbraucht, ich träume nur, was anstrengender ist als Wachen. Kurz ich verbringe die ganze Nacht in dem Zustand, in dem sich ein gesunder Mensch ein Weilchen lang vor dem eigentlichen Einschlafen befindet. Wenn ich erwache sind alle Träume um mich versammelt aber ich hüte mich, sie zu durchdenken. Gegen Früh seufze ich in den Polster, weil für diese Nacht alle Hoffnung vorüber ist. Ich denke an jene Nächte, an deren Ende ich aus dem tiefen Schlaf gehoben wurde und erwachte, als wäre ich in einer Nuß eingesperrt gewesen."

"Uykusuz gece. Bir dizi uykusuz gecelerden üçüncüsü. İyi uyuyor, ama bir saat sonra başımı yanlış bir deliğe sokmuşum gibi gözlerimi açıyorum. Büsbütün uyanık bekliyor, hiç uyumamışım ya da ancak incecik bir zar altında uyumuşum gibi bir duyguya kapılıyorum; uykuya dalma çabasını yine karşımda buluyor, kendimi uyku tarafından kapı dışarı edilmiş görüyorum. Bütün gece saat beşe kadar sürüyor bu; bir yandan uyuyor, bir yandan harıl harıl düşlerle uyanık tutuluyorum. Gördüğüm düşlerle çaresiz boğuşup dururken, kendi kendimin yanı başında uyuyorum düpedüz. Saat beşe doğru uykunun son zerresi de harcanıp tüketiliyor; artık yalnızca düş gö­rüyorum, bu da uyanık kalmaktan daha çok yoruyor beni. Kısacası, bütün geceyi, sağlıklı insanın gerçek uykuya dalmadan önce kısa bir süre yaşadığı uyur uyanıklık durumunda geçiriyorum. Uyandığımda bütün düşler çevremi sarıyor, ama üzerlerinde uzun boylu düşünmekten kaçıyorum. Sabaha karşı, böyle bir geceden artık hayır gelmeyeceği için kanepede oflayıp poflamaya başlıyor, derin uykularda kaldırılıp götürülerek sonuna bırakıldığım ve bir fındık kabuğuna hapsedilmiş gibi uyandığım geceleri anımsıyorum."

Max Brod und Franz K.

14 Ekim 2016 Cuma

Tarihin Cevheri ve Yaşamın Bekleme Odası

Hürriyet, Fotoğraf: Sebati Karakurt

Dışımdaki ses içimdeki uzaklara çekilmişti.

     Bir cümlenin (metnin) kurulumuna sadâkat kimi zaman, belki de çoğun bir tarihin kurulumuna sadâkata dönüşebilir mi? İlgimi, bu soru değil de, bu sorunun “öykütarih”i (1) çekiyor. “...yeni gelenler, gidenler hangi virgülde bırakmışlarsa oradan başlıyorlardı konuşmaya,” sözünü, dikkatini ve mesafesini yıllar evvelinden (1993, Sonsuzluğa Nokta) başlatmış Hasan Ali Toptaş’ın öykütarihi söz konusu. Zamanla, gidilecek ve ulaşılacak olan bir bağlama, gene zamanla kapanacak bir bağlam da eşlik edecek ve insanın öykütarihi böylece eşitlenecektir, yoksa eşitlenecek midir? Ne yani? Bir kere yazılan cümle, bir sonraki yazılışında öncekiyle “eşit” mi olacaktır? Denkliğini, pekliğini sağlamlaştırmak bile bu noktada yetemez mi eşitliğin onarımı için? Tahtırevanın üzerinde miyiz? Marx, “bırakılan gelenek” mealinde güçlü bir tarih ve köken fikrine bağlıydı: “insanlar tarihlerini kendileri yaparlar, ama onu serbestçe, kendi seçtikleri parçaları bir araya getirerek değil, dolaysızca önlerinde buldukları, geçmişten devreden verili koşullarda yaparlar.” Öyleyse, hem Marx’ın “gelenek” fikri hem de Hasan Ali Toptaş’ın “gelecek” fikri tahtırevanın eşitinde buluyor kendisini, bir öykütarihin içerisinde olmamıza rağmen. Oysa bir cümlenin kurulumu fikri, “kendileri yaparlar” cümlesindeki o “bilincin” bile üstünü örtemiyor ancak kristalleşmesini karşılayabiliyordur. Bir denklik varsa bile bunu “dolaysızca önlerinde buldukları” cümlesinde pekleştirebiliriz. Cümleler birbirlerinde ikamet ediyor olmalı… O zaman malumun ilamı?
         “İçimdeki ses uzaklara çekilmişti.”(2)
       İlkin cümleyi tuttular güneşe sonra güneşi tuttular cümleye, bir karanlık bir aydınlık bir (e) bir yaşam.
 
    “Çekilmek” gibi bir kavramın Hasan Ali Toptaş metinlerinde güçlü, ayrıcalıklı bir öykütarihi olduğu fehmindeyim. Henüz buna gelmeden önce. İlkin, cümlenin kurulumuna temas edelim.
“Uzaklar”, bir bellek kaydının hazırlayıcısıdır burada ve önüne kattıklarında. Ondan da evvel, bir de bu kaydın doğal ortam sağlayıcısı var: “ses”. “Çekilmek” burada suya temas ediyor zihnimde. Suyun dalga kuvveti olarak aşkınlaştığı ve kıyısına çarpıp geri döndüğü bükülme, büzüşme hali bu zihni meşgul eden bir kaşık suda buluyor kendisini. (Oysa yerküre de pek sağlam değil bu noktada, bir kaşık su misali.) “İçimdeki ses”. Ses’e maddesini, atılımını, gücünü veren ise bir dalga oyuğu gibi dışarıya çarpıp içeriye bu çarpmadan bir endişe taşıması. Hem “uzak” hem de “yakın”. Ses’in suyun (tarihin) içinde oynadığı bir bağlam var. Uzağı yakınlaştırması, yakının ise yüklenicisi tarafından çekilmesi: kısaltılması ya da uzatılması. Doğal bir ortamda, bütün gürültülerin de uzağında, onları da içeren bir ortam sağlayıcısında “uzak” ve “yakın” arasında bir “ses” uzatmışsınızdır, ne olacaktır?

    Tek başına “ses”i aldığımızda bile her üç kelimeye de eşit bir mesafe sağlayacak iletkenlik var. Diğer üç kelime de bağlamına göre ortak bir fikre sahip olabilirler: “uzak” ve “çekilmek”, önlerine kattıklarına göre birçok noktada ortak. Güneş günyüzünden çekildi, ay gecenin yüzünden çekildi ve tekrar güneş günyüzüne çekildi. Seher ve Ayperi. Bir de göründükten sonra yüklenicisi tarafından “gazele” karışan çocuk. Ortak gökyüzü, çekildiği müddetçe. “Uzak” ve “yakın” dönüp duran isli çemberin kadranında. Arada bir yerde: “içimdeki ses”te ne var öyleyse?

      Bu noktada, yaşamın belgesel kaydında olduğumuzu da unutmamalıyız. -Bunu unutursak ya da bu belleğin şemsiyesi altında bulunmadığımız bilgisine sahipsek “çekilme” ve “itilme” yaşanmayacaktır.- Örneğin, uzunca bir zamandır çalıştığımız iş yerinden ayrılmak üzereyizdir ya da ev ile ilişkimizi kesmek zorunda kalmışızdır. Bir fotoğraf ya da eskiden kalmış olan bir mektup. Gar, otogar, evin önü…Baba ve çocuk. Eşlik eden güneşin günyüzünden çekilmesi, ayın geceyüzünden çekilmesi. Uzak. Çekilmek. Giden rahat olsa bile kalanın bölünmüşlüğünü de görür giden. “Uzak”ı anlarız, dolayımlarız. Zihnimizdeki işaretlerine, bağlamlarına müraacat ederiz. En azından, zaruri bir çözüm olarak “yakın” ile mukayese edilebilme kolaylığı sağlar.

     Ama bir radar faaliyet olarak “çekilme” yaşandığı anda ne yapacağızdır? “Yakın” ve “uzak”ı handiyse körleştiren bir mesafeye ulaşılmıştır. Kutuplar arasında iletken olan “ses”in mesafe ölçerliğine tekrar dikkat edelim? Kelimeyi kullandığımız anda “olay yerinde” müşâhede edilecek yetiye de sahibizdir. Oysa “çekilmek”, “itilmek” gibi, kutbunu da doğrudan rapor etmez. En fazla bir “sorun” bizi oraya itmiş ve “çekilme” aktif bölgede müşâhede edilmeye başlanmıştır. Pasif bölgede “itilme” olabilir ve bu noktada taraflardan sadece birine yakın ve tarafızdır. Oysa “çekilmek” aktif bölgede her iki tarafın da pekliğini gözetmek istiyor burada.

   Oysa bunlar yakındılar. Uzağın ve çekilmenin oluşması için denge yitiminin, öyleyse de yerkürenin aynî dolaşımda ağır aksak hâlâ bulunuyor olması gerekiyordu. Bir çekilme oldu. Öyleyse bir mesafenin mutlaklığı, kapanmazlığı söz konusu. Ses’in ölçerliğini de yabana atmamalı. Ve onun getireceği denge ve denkliği de.
Artık bir mesafe olarak bilinen uzaklar ve yakınlar. Oysa bütün döngüyü onaran radar bir faaliyet de var burada: “içimdeki”, yani yüklenmiş olduğum, yakınlaşarak çekildiğim, çekilerek yakınlaştığım. Her ikisini de aynı anda yapabilmemi sağlayan doğal ortam sağlayıcısı olarak da “ses” var. “Ses”in varlığı da yetmiyor, bir de eklemlendiğim onunla bildiğim ve bilindiğim “içimdeki” var. Tıpkı coşkusunu eklemleyen suyun kıyıyı dövüp durması, suyunu kıyıya taşırması gibi mi?
Suyun içindeyiz ama denizin ortasında değiliz. Henüz eşikteyiz, suyun aktif bölgesinde, denizin ise pasif bölgesindeyiz.

      “İçimdeki ses uzaklara çekilmişti.”

    Kazağın çekilmesi, filmin çekilmesi, dertlerin çekilmesi, of’un-ah’ın çekilmesi, sonra günlük yaşam pratiklerine dair şemsiye bir kelime: “iç çekmek”. Cümlenin aktif bölgesinden devam edersek: “içimdeki ses”, “uzaklara”, “çekilmişti”. Nasıl? Kısalarak mı? Uzayarak mı? Yani, bölgedeki uyarıcıların ortam sağlayıcıları olmasında katkıları nedir? Cümle şöyle de olabilir, ama bununla neyi kaybetmiş olurdu? “Uzaklar içimdeki sese çekilmişti.” Tarih fikrini gözardı etmiş olur. Yani âzamî bir güç noktasındaysa onu da eliyle tersyüz edecektir. Ama burada her ikisinin de bileyleyicisi bir
kelime daha var ki, o da “…ama kimsenin göremediği, bilemediği ve dokunamadığı”, (2003, Sonsuzluğa Nokta, s. 8) eylem tiplerinin yüklenicisi olan “içimdeki” kelimesi. Pasif bölgede yaşanan ve nihayetinde şimdiye nakli gerçekleştirilen bir “itme” kuvveti. Bu “itme” eylemi hafızada kayıtlı bir levha.

    Hâlâ, suyun içindeyiz ama denizin de ortasında değiliz.
    Öyleyse ses,
 
   “İçimdeki ses uzaklara çekilmişti.”

   “Ses” mi gönderiliyor, “uzak” mı yakına “çek”iliyor? Deneyim ve öykütarih ne söyler bize? Marx, “tarihlerini” ve “yaşamlarını” bağlamına göre oynamak zorundadırlar, atıp yenisini “icat” olarak kuramazlar, diyordu. Öyleyse içeriden, bir ayaklanma ile kurulması ya da Marx’a da riayet ederek “sürdürülmesi” gerekecektir, ona karşı ve ona rağmen. Ama “ayaklanma” gibi bir kelime de kendi yalnızlığını da bileyleyici olarak kullanacağı bir bağlamda ikamet ediyor olmalı, yani ilkin kalabalıklaşması gerekecekti. Öyleyse bir mesafenin tekinsizliği, toplanmaya ve büzülmeye dair. Bir sağ kalıp kalmama mücadelesinin de yüklenicisi olan Turgut Uyar, ustalığın korkulu olan tarafındaydı, ancak öyle cenk edebiliyordu: “Okuyana bildiği kelimeyi birden yadırgatmak […] Kelimeleri tedirgin etmek. Örneğin ‘duvar’ sözünü on yıl, yirmi yıl, elli yıl sonra başka bir anlamda yeniden bulmak, sevmek. Ama bunun sonu bir çıkmaza varamaz mı. […] Güçlü kişilerin bu işin üstesinden geldiği tellim görülmüştür. Bir yığın örnek var. Başaramayan, tuttuğu yolun sapıklığından değil, güçsüzlüğünden kaybetmiştir.” (Korkulu Ustalık, s. 262) Kelimeleri tedirgin etmek, gibi bir iddia bile yetmez bu noktada, eylem ile yapmak, göstermek zorundasınızdır. Ama zaten oraya gelene kadar, şimdi bu cümlenin kurulduğu aktif bölgenin gerisindeki pasif bölgeye gitmeniz “sapıklık”, “güçsüzlük” bunalımını, öykütarihini yaşamanız, bir potansiyel olarak da siz de “öteden beri duran tatlardan” biri olmalı. Bunun kavgası, mücadelesi, eylemi yaşanmamış mıydı? Orada yaşanmıştı. Burada da yaşanmıştı. Şuydu: “bir elma hangi nakışa yakışırsa/oradaydı yaprağın ölümü” (1993, Yalnızlıklar). Ama bu sefer de sahiden o yaşandığı haliyle yaşanmıyordur.

    Yüklenicisi olduğu kavganın belleğinden çıkarak, o bellekle birlikte de hafifleyerek yaşanıyordur bu defa da. Zira mücadelenin de hafifleştiğini biliyordur çekilmenin yüklenicisi. “Çekilmek” gibi bir kavram da bu noktada sahiden Hasan Ali Toptaş’a ve onun öykütarihine dair güçlü bir itme ahvalidir.
Zira, denizden çıkıp geldiği bilgisinin eşitinde bulmuştur denkliğini ve pekliğini. Bu noktada Marx’a dönersek, “yapmak” faaliyetinin değil ama “çekilme” eyleminin yaşandığını gönül rahatlığıyla kabul edebiliriz. Ama asıl soru da burada başlar, neyin nesidir bu?

     “Eve geldiğimizde bir penceresiyle dağa, bir penceresiyle sokağa bakan büyük odanın ortasına yer sofrası hazırlanmış, çay demlenmişti.”


26 Temmuz 2015 Pazar

Edip Cansever - Düşüncenin Şiiri


Valery şiirin fikirlerle yapılamayacağını savunur. "Şiirin içinde fikir, elmanın içindeki gıda kadar saklı olmalıdır" sözü de oldukça ün kazanmıştır. John Ciardi'nin de bir sözü varmış, yeni öğrendim: "Şiir fikirlerden söz açmaz, onları bir aktör gibi temsil eder," diyor. Ben bu yargılardan şunu çıkarıyorum : Demek oluyor ki şair, en önce bir özümleyici; kendinde var olan bir şiir ortamına, ya da bir şair duygusallığına bazı düşünceler katmadan edemiyor; onlarsız yürütemiyor şiirini. Ayrıca, önce edindiği, sonra da şiirine ulaştırdığı bu düşünceler yok mu, onları gizleyip belli belirsiz bir hale getirmeyi de ustalık sayıyor. Okuyucuya gelince, onun durumu başka : O şairin düşüncelerinden çok, bu düşünceleri saklayan duygularla oyalanıyor. Şiir diye yüzeyde kalan bir görünüşü benimsiyor. Böylece duygulandırma dediğimiz, şiirin herhangi bir niteliği değil de, şartı olup çıkıyor. 

    Burada şöyle bir soru geliyor insanın aklına : İyi ama şair için düşünce bu kadar gerekliyse onu duygular haline getirmenin, daha doğrusu düşünceyi duygularla sindirmenin ne gereği var? Şair böylesi bir davranışla neyi savunmuş oluyor? Şiiri mi yoksa bir başka şiir türünü mü? Yani düşünceyi bunca gizlemek, şiir yazmanın ilkelerinden mi? Ya da şair ister istemez alışkanlıklarını mı sürdürüyor; belli bir şiir geleneğinin tutsağı olmaktan kurtulamıyor mu? 

   Bu soruları öyle bir iki cümleyle yanıtlamak kolay değil. Değil ya, gene de bir çıkar yol bulmak elimizde. O da şu : düşünceyi örtmek alışkanlığı yerine, onu açığa çıkarıp, şiirsel mutluluğa bu yoldan varmayı denemek. Yani düpedüz "düşüncenin şiiri" ni bulmak, onu yaratmak... 
Bakıyoruz da, şiir ilkin düşünmekle başlıyor. Hatta şiir denen olayı, ancak bazı düşünce yöntemlerinin yardımıyla ortaya çıkarabiliyoruz. Üstelik bilimin, felsefenin sanatla bunca kaynaştığı günümüzde, düşünceyi eski bir şiir alışkanlığıyla örtmek elimizden gelmiyor. Yani "düşüncenin şiiri" önce bir zorunluluğun şiiri oluyor. 
      Bana kalırsa şair de başka türlü davranmak istemiyor zaten. 
     O da asıl düşüncelerini söylemeye , bildirisini ulaştırmaya çalışıyor. Ne var ki, bunu yapamadığı, ya da yapmak istemediği zamanlarda , bazı kuramlar çıkararak, işini hem güzel, hem de yüce göstermenin yolunu buluyor. 
   "Düşüncenin şiiri" deyimi, önce düşünürlüğü, yani şairi bir düşünür olarak bellemek gerektiğini çağrıştırıyor. Ama bunu özcülükle karıştırmamak gerekir. Çünkü her biçimli söz, aynı zamanda bir özü de kapsayabilir. Oysa düşünü şiiri, özcü dediğimiz şiiri de kapsayabilecek bir bütünlüğün, bir güçlülüğün şiiridir. 
  Divan edebiyatından bu yana özcü diyebileceğimiz birkaç şaire rastlıyoruz. Ne var ki onları yapıtlarıyla değil de, tutumlarından ötürü değerlendirebiliyoruz. Örneğin Tevfik Fikret, Namık Kemal gibi şairler, daha çok devrimci, gönülleri toplumsal savaşlara yatkın kişilerdir. Yapıtlarını toplumsal düzensizliklere çevirmişler, şiirlerini bu uğurda bir araç olarak kullanmışlardır. Hatta kişilikleriyle, serüvenleriyle çağdaş Türkiye' de birer "myte" olarak anılagelmektedirler. Özcülüğün bir akım olarak belirmesine gelince, bunu da Orhan Veli - Melih Cevdet - Oktay Rifat öncesinin şiirinde aramamız gerekir. İşte o süre içinde yazılan şiirler, özcü davranışın en bilinçli, en etkin şiirleri olmuştur. Etkin diyorum, çünkü bu başlangıç Orhan Veli ve arkadaşlarının şiirinden ayrı bir çizgide süregelmiştir. Ama aynı özleri savunmak isteyen şairler, bu özleri belirleyen kelimeleri, deyimleri etkisiz birer simge haline getirmekte yarışmışlardır sanki. Orhan Veli bile - daha çok son şiirlerinde - bu akımdan payına düşeni almak istemiştir. Ne var ki yazdığı şiirlerde bir evrim değil de, alınmış bir karar egemen olmuştur. Giderek şunu da söyleyebiliriz : politik kaygılar, ama salt bu kaygılar yeni şiirin ustalarını sınırlamış bir bakıma iğdişlemiştir. Çünkü onlar özcülüğü bir aşama değil, amaç olarak bellemişlerdir. Böylece tekyanlı olmaktan kurtulamamışlar; yani politik anlayışlarını da kavrayacak bir bütünlüğe erişememişlerdir. 
   İşte bu birkaç davranışın dışındaki şiirimizse biçimciliğin, ya da aşırı biçimciliğin şiiri olmuştur. Kişilikler bile biçim değişimlerinin kişilikleridir. İşte ne Ahmet Muhip' e bakarak Cahit Sıtkı'yı yadırgayabiliyoruz., ne de Cahit Sıtkı'yı okuduktan sonra bir Sabahattin Kudret'i, Necati Cumalı'yı...Nedim'le Şeyh Galip'i, Yunus Emre'yle Karacaoğlan'ı bile hep böyle düşünmek gerekir. Bugün bile ilk kitaplarını yayımlamış bulunan Kemal Özer' in, Ece Ayhan' ın kendinden öncekilerle bir çatışmaları olduğu söylenemez. Bütün bu ufak tefek ayrımlar, bir biçim ayrımından, dolayısıyla kısa bir öz başkalığından öte nedir ki?..Yurdumuzda düşünürlüğünden ötürü kişilik yapmış; biçim anlayışını, duygu fazlalığını bu yolda harcamış şair var mıdır, bilemiyorum. 
    Şimdilerde şiirde yenilik sevinci, ya da yenili sözünün bunca edilir olması bütün bu sorunları batırıyor. Kendi dünyalarımızı, kendi alışkanlıklarımızı kınayamıyoruz. Üstelik bu alışkanlıklar da, şiir geleneğimizden doğan alışkanlıklar. Yani bir sürü biçim formülleri, sonra da bu biçimlerden elde ettiğimiz yeni biçimler...Ionesco, bunu sahneye uygulayarak şöyle diyor : "Sahneye söz koymak..." Yani söze yüklenen duygular, düşünceler bir yana; sözü, sahne içinde nonfigüratif biçimler haline getirme çabası...Günümüz şiirini de bir sürü öğelerden soyarak, "sözlerle yeni biçimler kurmak" diye tanımlayabilir miyiz, bilmem. Tanımlasak da, böylesi bir kahramanlığa, sonu "çıkmaz yol" olan bu uğraşa kaç sanatçının gönlü yatar acaba? Ama biz ne dersek diyelim, şiirimizde bir aşırı biçimcilik dönemi başlamıştır. Sebepleri ne olursa olsun, bu gerçeği görmemezlikten gelemeyiz. Ne var ki, nu arada, belli belirsiz kıpırdanmalar da yok değil. Son günlerde "Değişik kişilikler" deyimlerinin söz konusu olması da bunu anlatıyor. Çünkü değişik şiir alanları, ancak değişik düşüncelerle, düşünme yöntemleriyle kurulur. Bu da bir düşünü şiirine geçme eğilimini gösterdiği gibi, "sözlerle biçimler koyma" nın bir iki şairden fazlasını kaldıramadığını da tanıtlar. 
   Ben ayrıca duygudan, biçimden düşünce adına yararlanmayı, kendi gerçeklerimize de uygun buluyorum. Hatta şunu da söyleyebilirim : Batının şiir dünyasında yeri olan, ya da Batı şiirine etkin bir Türk şiiri yaratmak istiyorsak seçeceğimiz yol bu olmalıdır. Orhan Veli ve arkadaşları "halkın şiir zevkini" bulmaya yöneldiler başardılar da. Bize gelince, bütün bu davranışları kapsayabilecek bir anlayışla yazmamız gerekiyor. Galiba "zor şiir" dediğimiz de bundan başkası değil. 
   "Batının şiir dünyasında yeri olan şiir" derken, şimdilik sadece Batıya özendiğimizi söylemek istiyorum. Oysa onların gerçekleri bambaşka. Şiirleri de çeşitlilik ve değerlilik bakımından yüklü. Salt toplumsal kaygılarla yazan şairleri bile, çeşitli görüşleri savunup tartışıyorlar. İşte bu çeşitlilik içindeki her davranış da toplum katında bir anlam kazanıyor. Örneğin "Gerçeküstücüler"in çıkışı, toplumsal yasaklara, baskılara bir başkaldırma olarak değerlendirilmedi miydi? Gene İkinci Dünya Savaşı'nda aşk şiirlerine düşen Fransız şairleri yanında; emperyalizme, insan haklarının çiğnenmesine kafa tutan şairler de yok muydu? Ama bu iki davranışın da tek bir simgesi vardı denilebilir: Dayatmak!..Biri aşkla, öteki kavgayla... Bize gelince , şiirimizi sarmış bulunan "aşırı biçimcilik" sadece" sadece Batıya öykünme diye yorumlanabilir. Hele son günlerde dergilerimizi kaplayan şiirler Batıyı iyi bilen bir avuç aydını bile doyurmaktan uzaktır. Batı şairlerinin tutumları, yöntemleri elbette önemlidir; ama sadece önemli... Rus şiirinin ekininin, önderlerinden olan Puşkin bile, Batıda, öteki rus yazarlarından daha az sevilmiş, daha az yadırganmıştır. Çünkü Rusya'da, Puşkin kadar Batı zenginliğinden yararlanan bir yazar daha gösterilemez. Oysa bu yazar edindikleri, kendi toplumunun gerçekleriyle bağdaştırmasını da bilmiştir. Bizimse böyle bir sorunumuz yok! Melih Cevdet'in de bir yazısında belirttiği gibi,şiirimiz, Doğunun etkisinden kurtulmuş, bu kez de Batı şiirine sığınmıştır. Hem de nasıl; Batının şiir anlayışına vardıktan sonra,bundan kendi gerçeklerimize uygun bir sonuç çıkararak değil de, doğrudan doğruya bir şiir ithaline girişmekle... 
Sonuç olarak şunu söylemek istiyorum : Evet, şiir biçimdir; değişik biçimler yaratma sanatıdır. Ama ben, şimdilik buna inanmak istemiyorum. 

Yeditepe, 16 Temmuz 1959

Bu yazı, Adam Yayınları'ndan çıkan "Gül Dönüyor Avucumda" içinde, internetteki dolaşımı ise hayırsever birisi tarafından, ben oradan görüp buraya bir kopya bırakıyorum, kendi adıma okuma kolaylığı olması adına. Bağlantısına şuradan

27 Nisan 2015 Pazartesi

Yaşamın Ucunda. İnsanın Ucu-Bucalığında. "Buca"mı Bucak mı?

Ümit KIVANÇ / http://www.ipernity.com/doc/gecetreni/37399996/in/album/459945
Nerede saklı belli değil, nerede kararlı belli değil, kararsız o da belli değil, beli bükük, belli değil. Belli, belli değil. Dumanı üstünde, heyecanı bakir, zamanı yaya, yayalığı uzun. uzun ve devir kısalığında, bir oltanın ucunda, balık ucunda, iş, kaçış, tuzak, ucunda. Heyecan tam da kıçında, beklemek sonunda, gelecek uzunda, kısa şimdi de, müzik herşeyde, en çok da kimsesizde, onu da herşey sahiplenir, ne de olsa... Evveli derindir, sabrı kısadır, heyecanı -gene- uzundur, zamanı hep yayadır, yayalığı hep zamandır. Bir oyun oynuyor, kalabalığın içinde, kendi kendi haline /kısmen/ değil ama, bir ders ortasında, sözün doğrultusunda, ucunda, kıyısında, kıçında, içinde, notlarında. Saçmasapanlığında, saçmasapalığında, sapalığında, seviyor orayı, iş başlıyor, hayatın direnci, kentin içinde, insanların kalabalığında, telaşında, savrukluğunda, güçlülüğünde, güçsüzlüğünde, arabaların çokluğunda, kaldırımların kalabalığında, kiminin yol ortası duruşlarında... Bir oyun oynuyor, kendini unutuyor, kitabın, yazının, kenarın, kıyının ucunda, yaşamın ucunda. Yaya zamanı keşfediyor ucunda, bir sesin tizliğinde, ucunda kitapların, ucunda, sözlerin ucunda, zamanın en ince ucunda. Sonra, sonralıklarda, en dipte varlığın ucu bucalığında. Sonra kentin içinde, insanlar arasında, geçişlerinde, şaşkın, ördek, yavrusu mu gibi?, kıçında, gitmelerde, gülmelerde. En çok da bir çocuğun elindeki kalemle, bir kağıda değil ama eline bir şeyler yazıyor olmasında, işte o zaman -gene- hayatın ucunda, direncinde keşfediyor yaşamı, dahası sanıyor. Ondan uzaklaşacak, bir hayli öteye gidecek, üzerini topraklar örtecek, yeni bir yaşam direnci gelip oturacak. O da geçecek, geçen geçiyor, konuşmalar, susmalar da öyle, geçen geçiyor. Fotoğraf büyük iş görür bunlar arasında, yoksa ucundamı, dahası en çok ucu, bucalığında...Öğle araları, gün sonları, z raporları geçiyor. Müzik dinlemek geçiyor, çay içmek geçiyor, tünelin ucu geçiyor, tünelin ışığı geçiyor, biz, bire bir, bire sıfır, bire elli geçiyor, sıfıra sıfır geçiyor. Bir öğrenci geçiyor zamanın koridorlarında, öğrenecek, ona not verenler var, sıkıyorlar, dahası beklentileri var, gözleri üstünde, varlıkları ise soğukluklarında, samimiyetsizliklerinde, o yok, bulamazsın, burası öyle bir yer, öyle bir koridor. Kimse kimseyi bilmiyor, bu uğurda bir bilmeyi göze almamışlar. Neyse, şu kent misali, şu çocuk misaliyle hep birleşiyor, çocuğun gözleri çok güzel, bakıyorum, büyük, yakışıklı değil ama gözleri bir başka, büyük, iri, yanında ablası, her geçene bakıyor, kılık, kıyafetine, dikkatle bakıyor, soyuyor kavramlarıyla, ön yargılarıyla. Bir deneyimi var, çocuk bununla ilgilenmiyor, otobüs gelene kadar elinde bir kalem, kağıt yok, eline yazıyor, bir iki ofluyor pofluyor, ablasına bir şeyler soruyor, etrafa biraz az bakıyor, otobüsü gözlüyor ama. Bir geleceği var, şimdi de meşgul, dahası asılı... O çocuğa bakalım, şu otobüste uyuklayana, çantası sırtında uyukluyor, okuldan çıkmış, belli ki evine, gidecek. Ana yola yakın bir yerde iniyor, otobüs içerilere kadar girmiyor, kendi durağına gelene kadar uyukluyor, sallana sallana, şirin bir uyku, eli yüzü düzgün, hakkedilmiş, ulu orta herkesin içinde, durağından önceki bir durağa göre ayarlanmış uyku, ona kalkıyor, bir iki etrafa bakış, sonra ayağa, ayaktanda düğmeye, uzanıyor, basıyor, "duracak", durunca iniyor, bir açık tarladan evine gidiyor, gidecek, gitmeli...

14 Nisan 2015 Salı

Beklemenin İlkel ve İnsani Düzeneği

Burada beklemek, zaman ve mekan. Peki ya bunun aksi durumları?
Haddinden fazla bekliyorum bu aralar, vıcık vıcık bir beklemek bu, biraz romantik bir iş. Dahası bu beklemek istediği kadar dönemsel gözüksün, hiç de öyle değil aslında. Şu futbol takımlarının gayri-hukuklarından, gayri-sosyolojilerinden kalan bir şey; ezeli ve ebedi. Beklemek, taa başından beri insanın giydiği bir tereke. Bir dipnot bitmezliği, yetmezliği. Her gün bir beklemek-beklenen terekesinden çekip çıkarıyoruz şu yaşamı, dahası onun gecikmişliğinden ve gelecekteliğinden de. Öyle salt şimdinin fiili bir tecrübesi değil bu olay, zamansal, evet gayri-sosyolojik bir olay. Belki de şu türden bir şimdi; toplam bir yaşamı kat eden bir şimdinin fiili tecrübesi. Ki bu olay şimdi de tecrübesizlik olarak yaşanır, yaşamın direncine karşı herhangi bir tahvil geliştirme gücüne ket vurabilir, tecrübesizdir ve afektiftir. 

Şu beklemek denilen ilkel ve insani düzenek yaşamın en temel direnci olsa gerek. Dahası bu hususla, yani yaşamın tümlüğünü kat eden bir şimdinin fiili tecrübesinde tarihsel olarak beklenen ve beklenmeyenlerde inşa edilebiliyor. [Yağmurun yağmasını beklerken sel olmasının beklememek vesair.] Bunun adına belli türden bir toplumsal demek gerekebilir. Fakat bu türden bir beklemek heveskar ve yüzeysel bir beklemektir. Burada hiçbir afektif bir düzenek yok, yani evet karşımdaki kız arkadaşım şunu dedi ve olaylar gelişti gibi, bunda bile yok. Karşıdan gelen adamın bakışları söz gelimi, onda var. Daha önce kurgulayamadığım, dahası bu oyunun birer temayülü olarak da oyuna dahil edemediğim şeyler. Onlar yorucu işte. Fikrin doğumu ve gelişimini engellemeyebilir. 

Ne yapacağımı bilmemek, beklemenin düz dünyasına eğri büğrü çıkmanın, karşılaşmanın dışında pek de bir şey değil. Ha bu hususta yani beklemenin düz bir doğrudan yola çıktığı bir noktasında kendinizi saçaklanmış, evet dağınık bir şekilde bulabilirsiniz. Beklemek denilen şu olay; fikrin kendisine ket vurmaktan başka bir şey değil. Şimdi bunu tecrübe mi ediyoruz? Toplumsal tanım bunun böyle olduğunu iddia eder. Susalım. Kepenkleri kapatamıyoruz, bekliyoruz...

Bir de şu beklemek denilen zımbırtının mekansal hüviyeti nedir. Bir yerde, söz gelimi Ankara Garında mı bekliyorum, dahası kimi? Treni, sevdiğimi, gitmeyi, görmeyi, geri gelmeyi, bilmem hangi anı mı? Bu sözünü ettiğim anlamda, yani beklemenin bir imge etrafında beklenildiği, zaman ve mekansızlaşarak ,ilkel bir düzeneğe gönderme yapılarak beklemek en zor iş...Evet bu fikir denilen işin-olayın doğmasına, çalışmasına, yaşlı olmasını bir kaç şekilde engelleyebiliyor. çıkmaz da bu, yorucu olan da bu...

12 Nisan 2015 Pazar

Düşünmek ne la? Socrates'leştirdiklerimizden misiniz? Yoksa Socrates'leştiremediklerimizden misiniz?

Uyar eşlik ediyor.
Taze, dumanı üstünde, baskısı cebinde-devamında [ilk baskısı 18,000'km'yi tüketen, iki'yi sahaya sürecek olan], bir dergi girdi hayata, öyle birden girdi. [Sanki her şey birden girmezmiş gibi!]. Dahası-doğrusu hayatın hava topu mücadelesine...Sonra, düşüncelerin, sonra düşünce alanı icat etmenin, sonra düşünceyi yaya-yaymanın, sonra düşünceyi ulu-ortalamanın/üstüne... Tam da ikaz ışıklarını yakarak, bir nefes alanı açmayı deneyerek; "oksijenin tükendiğini hissettik" diyordu Caner Eler. Dergi ve Caner, tandem. Aynı maçın oyuncuları, dahası aynı hikayenin çerçeveye asılmış fotoğrafı. Caner'in hikayesi büyüktür.[Link/Video] Hikayesi başında ondan büyük görünürken o bu hikayeyi tersine çeviriyor, o hikayeden büyük oluyor. Hikayede büyük ya da küçük olmak pek de mühim değil, esas iş bu geçişlilikte. Caner öyle, hikayesi öyle. Geçişliliği hiç unutmuyor. İyimser, hatta belki de "militan iyimser"liğin [Ernst Bloch'un lafı] koşucusu. [Onu çok seviyorum, bak açık yazayım, sol açık; adamın sesi güzel, adamın yazısı güzel, adamın dinamikliği güzel, adamın eskiliği güzel, adamın yeniliği güzel, bisiklet anlatıyor, kızıyor, gülüyor. Anlayacağınız "afektif bir varoluş", gençten bir ufaklığa beni örnek alma diyecek kadar yakışıksız. Dahası şöyle biri var bak o daha iyi olabilir senin için de, ekleyecek kadar, yakışıklı...]

Alt Bölüm-Alt Hikaye: Dergiye Giden Yol, Onsuz Olmazdı.
Dergi, malum, "8'Nisan'da tüm bayilerde" denildi, Cuma akşamüstü Van'daki Migros mağazasına uğradım. Mağazanın dergi kısmına giderken karşıda bir akranım elinde dergiyle geliyordu, "aha dedim, var mıymış, kaldı mı?" "yok, bir tane vardı ve ben aldım" dedi. "Keşke sizden iki dakika önce gelseymişim" dedim, o da "evet öyle olsaydı" dedi. İki dakikayla dergiyi kaçırdım. Atletizme ilgisi varmış, "dev" ya da "büyük" sözcüklerini öne sürerek "kadro" dedi. "Evet, aynen öyle" dedim. "Bir tek eksik Caner'in o sesi" dedim. "Evet" dedi, hayır diyemezdi tabii. Dergiyle kasaya gitti, mutlu ayrıldı, ben mutsuz. Merkeze gittim, bir iki yay-sat bayisine. Her türden dergi olan bir bayide o yoktu. Bir tane daha Migros şubesi vardı. Şansıma, iki gün önce aramıştım orayı, arama kaydında kaydı vardı, tekrar aradım, dergiyi sordum, "bakalım ve siz bizi -şu kadar- sonra arayın" dediler, 10 dakika sonra tekrar aradım, varmış ayırmalarını söyledim. Bir saat sonra alacağdım, gittim aldım. Gidip, dergi bölümüne baktım bir tane daha vardı. Sevindim.  

İşin en başı, maçı başlatan düdük: Eurosport[TR]. Hikaye. O zamanlarda,  eş zamanlı [Ntv Spor'lu] Yenilsen de Yensen de [Link], hikayelerin buluşması, belki de örgütlülük; farklı renkler, farklı bahisler, farklı hikayeler. Az gidip uz gidip bir hikayeye sahip olmak, dahası ondan önce kalımlı bir hikayeye bakmak, yetmezmiş gibi "okumak", belki de yaşamla güreştirmek. Bir hikayenin, çeşitli hikayelerle eklemlenmesi. Örgütlülük. Oksijeni çoğaltmak. [Yaşam bundan ibaret; bir dergi ve bir kitap bundan ibaret, kahramanlar bundan ibaret. İbre bundan ibaret...]

Şimdi o dergi; Socrates... Biliyorsunuz bu arkadaş bir Antik Yunan filozofu. [Ki Pierre Bourdieu efendi onu ilk sosyolog olmakla takdim eder.] Dahası bir de bu isimle Brezilyalı bir futbolcu var, "Socrateş"["Obrigado Doutor!"] Bir de bizim mahallenin genç çocuğu, Socrates [Düşünen spor dergisi, sadece düşünmek gibi mesleki bir konum olduğunu düşünsenize. Mesleği sadece düşünce, nasıl olurdu?]

Derginin jön abisi Bağış Erten bir maç konuşması yapıyor derginin başında; Bu Devirde Dergi Çıkar mı, acep deyu. Karşıda bir soru, bir ürperti; "çıkmaz mı" ya da "niye çıksın?" İlk mesaj, öyle salt spormuş, düşünceymiş, hikayeymiş falan değil abi, gerçekler bunlar, herkes "aldımverdim" yaptı diye, toplam gerçekliğin içinden topacı döndürüyor...
İlk sayı, ilk mesaj: kahramanlar.

Kimi Jordan, kimi Maradona, kimi Socrates, kimi Muhammad Ali. Kimileyin de "kahramanların kahramanları"; Bradley Wiggins/Oasis grubunu. Eric Cantona ve Hagi/Cruyff'ü. Lewis Hamilton/Ayrton Senna'yı. Can Bartu/Lefter'i. Mesut/Zidane'ı. Eddy Merckx/Stan Ockers'ı...

[Biraz jürilik iyidir].
"Benim babam seni döver"le, benim kahramanım seni döver koşuşturmasını/heyecanını Bağış Erten-Maradona, Kaan Kural/Jordan üzerinden güreştiriyorlar, galip gelen yok. Hakem maçı bitiriyor, seyirciler bir daha izleyecek muhtemelen bu maçı. Zevkli. [Bu güşe sürekli bir güşe olacak.]

Oyuncu Uğur Yücel, kendi hikayesini Muhammad Ali'ye bakarak anlatıyor, dahası, öncesinde o da boksçu. [Şu boks işi bir tuhaf, rakibini vurmakla meşgulsün tabii daha az vurulmakla da. Sosyal Bilimlerde bu konuyla ilgili şaşaalı bir iş var, Bourdieu'nün yaveri Wacquant'tan: Ruh ve Beden/Acemi Bir Boksorün Not Defterleri]

Caner'in kahramanları yazarken ezilip-küçüldüğünden olsa gerek biraz karmaşık [EK:tekrar okudum hiç de değil, benim aptallığım] yazısıyla kahramanlar geçiyor sözcüklerinden. Geriye posterlerinin ve hikayelerinin kaldığını işaret ediyor...
İnan Özdemir, kahramanların geçmiş ve gelecek hikayelerini yazıyor; "iyi son" ve "kötü son" arasında dolanıyor, baskın olan kötüyü işaret ediyor. Biraz tekinsizlik, bu tekinsizliği yazısının vidası iyileştiriyor,
Jüriden devam;
Merkez Kort köşesinin en gür alkışına Banu Yelkovan alıyor..."İşte o Kadınlar" diyor.
Dosya sözcüğü hacimli bir sözcük, bir tasnif, bir raf, bir teknik takip istiyor. Bu sayıda "Dosya" kısmında Naim Süleymanoğlu var. Tanıklıklar anlatılıyor. [Ama evvela, şu illüstrasyonlar bir yana en beğendim grafik-düşüngöz Naim'in grafiğinde oldu, müthiş bir grafik. Şey diyor: insanlar bunlarla/umut-hayal-iyimserlik-emek-çalışmak sözcükler/vaziyetlerle onu kaldırabiliyor diyor.]

Dahası, bu ülkede oksijenin niçin azaldığını gösteren iyi bir karşılaşma: bu iş Bourdieu sosyolojisiyle konuşlanması, düşüngözetilmesi gereken bir mesele..."Tedrisi enkaz", "tedrisi ölüm" ve dahası "halk sınıfından çocukların seçimlerini/seçilişlerini okulun teknik seçimlermiş gibi göstermesi" meselesi.
T.B: Tayfun Bayındır. 

Allansen şu durumu bir izah etsene, "Bilal'e anlatır gibi anlat" ki anlayayım.


Derginin en özel bölümü: "Aldım verdim". Ben seni yendim diye devam eden yazı-tura işi. Yazar Akif Kurtuluş ile oyuncu Nejat İşler alıp veriyor, ilk 11 kuruyor, bir futbol kadrosu. Sevilenler ve sevilmeyenler var. Sezen Aksu'yla Hagi aynı takımda. Tolstoy ve Dosto rakipler. Hayal gücü dolanıyor, buralarda bir yerde...[birazdan bulacağız.]
Basketboldan iki koç: Aydın Örs'le Caner, Svetislav Pesic ile de Uğur Ozan Sulak konuşmuş. Hikayeler var orada. İzliyor ya da dinliyorsun gelip geçiyorlar, en azından bir döneme dair azıcık tanıklık ediyorsun, eee biraz şanslı hissediyorsun kendini.
Leyla ile Mecnun gibi bir [dizi] işe "imza atmış" Onur Ünlü'yle Onur Erdem konuşuyor.
Tekin'ler, şarkıcı Harun, eski futbolcu Metin Tekin konuşuyorlar. "Ah şu istatistik" diyorlar. Sosyoloji de öyle, ah şu nicel, ah şu niceleyiciler. Sıra iyi ki iktisada gelmemiş, sosyoloji ennn ennn çok ondan çok şikayetçi, azınlık ya da mikro sosyolojiler diyelim, yoksa diyerleri iyi anlaşıyor...
İnan Özdemir, her yılın Nisan ayının ilk iki haftasına konuşlanan "bisiklet/bahar klasikleri"ni yazmış, dahası yarın/artık bugün ki Paris&Roubaix için Fragman demiş. [Bugün Eursport1 13.00 gibi]. Önemini yazıyor, zorluluğunu. Dahası bisiklet her zaman bir fragmandır, küçük parçalarla, küçük hikayelerle oynar. [Yarın izlerseniz hissetmiş olacaksınız]
İbrahim Altınsay, Bielsa'yı yazmış. C.Ronaldo'lara burun kıvıran deli adamı: "maçı tek başına kazanacağını düşünen futbolcuyu takımda tutmam."

[Aramızda kalsın ne zor şeymiş böyle tek tek, "amirim şu saatte şuraya girdi, şurada şunu yaptı" gibi dedektiflik yapmak, buraya kadar yoruldum.]
Teşekkür...

Bitirmeden, ilk 11 ve yedekleri sayalım: "Maç Konuşması", "Merkez Kort", "Hiç Unutmam", "Kare Arkası", "Velev Ki", "Hariçten Gazel", "Aldım Verdim", "Tartan Pist", "Toprak Saha", "Doktor", "İsmet Kim Ki?" ve yedekler: "5harfliler", "Erasmus", "Fragman", "Tape", "Dış Mihraklar"

İmdi. Socrates'leştirdiklerimizden misiniz? Yoksa, Socrates'leştiremediklerimizden misiniz? [Latife canım herkes herkes olmasın, istediğiniz gibi, "Nasılım Ruhi Bey"]


6 Mart 2015 Cuma

İş Edindim!

İş edindim, biraz diş edindim,
Edebiyat için ne kadar doğru
hiç
belki de piç.
Şiir, hikaye, dil, kurgu, hayat
hayatın kendi, kendisi, sonra eskisi.

Bir büyük mesele büyür
gerisi mavi ya da sarı.
Dilimde Hasan Ali, onunla geziyorum...
Yakında, uzaktaki yakında, onu yakın yaptım.
Gerisi önemsiz...
İnsan, "doğdu, çalıştı ve öldü,
gerisi önemsizdir."