 |
Hürriyet, Fotoğraf: Sebati Karakurt |
Dışımdaki ses içimdeki uzaklara çekilmişti.
Bir cümlenin (metnin) kurulumuna sadâkat kimi zaman, belki de çoğun bir tarihin kurulumuna sadâkata dönüşebilir mi? İlgimi, bu soru değil de, bu sorunun “öykütarih”i (1) çekiyor. “...yeni gelenler, gidenler hangi virgülde bırakmışlarsa oradan başlıyorlardı konuşmaya,” sözünü, dikkatini ve mesafesini yıllar evvelinden (1993, Sonsuzluğa Nokta) başlatmış Hasan Ali Toptaş’ın öykütarihi söz konusu. Zamanla, gidilecek ve ulaşılacak olan bir bağlama, gene zamanla kapanacak bir bağlam da eşlik edecek ve insanın öykütarihi böylece eşitlenecektir, yoksa eşitlenecek midir? Ne yani? Bir kere yazılan cümle, bir sonraki yazılışında öncekiyle “eşit” mi olacaktır? Denkliğini, pekliğini sağlamlaştırmak bile bu noktada yetemez mi eşitliğin onarımı için? Tahtırevanın üzerinde miyiz? Marx, “bırakılan gelenek” mealinde güçlü bir tarih ve köken fikrine bağlıydı: “insanlar tarihlerini kendileri yaparlar, ama onu serbestçe, kendi seçtikleri parçaları bir araya getirerek değil, dolaysızca önlerinde buldukları, geçmişten devreden verili koşullarda yaparlar.” Öyleyse, hem Marx’ın “gelenek” fikri hem de Hasan Ali Toptaş’ın “gelecek” fikri tahtırevanın eşitinde buluyor kendisini, bir öykütarihin içerisinde olmamıza rağmen. Oysa bir cümlenin kurulumu fikri, “kendileri yaparlar” cümlesindeki o “bilincin” bile üstünü örtemiyor ancak kristalleşmesini karşılayabiliyordur. Bir denklik varsa bile bunu “dolaysızca önlerinde buldukları” cümlesinde pekleştirebiliriz. Cümleler birbirlerinde ikamet ediyor olmalı… O zaman malumun ilamı?
“İçimdeki ses uzaklara çekilmişti.”(2)
İlkin cümleyi tuttular güneşe sonra güneşi tuttular cümleye, bir karanlık bir aydınlık bir (e) bir yaşam.
“Çekilmek” gibi bir kavramın Hasan Ali Toptaş metinlerinde güçlü, ayrıcalıklı bir öykütarihi olduğu fehmindeyim. Henüz buna gelmeden önce. İlkin, cümlenin kurulumuna temas edelim.
“Uzaklar”, bir bellek kaydının hazırlayıcısıdır burada ve önüne kattıklarında. Ondan da evvel, bir de bu kaydın doğal ortam sağlayıcısı var: “ses”. “Çekilmek” burada suya temas ediyor zihnimde. Suyun dalga kuvveti olarak aşkınlaştığı ve kıyısına çarpıp geri döndüğü bükülme, büzüşme hali bu zihni meşgul eden bir kaşık suda buluyor kendisini. (Oysa yerküre de pek sağlam değil bu noktada, bir kaşık su misali.) “İçimdeki ses”. Ses’e maddesini, atılımını, gücünü veren ise bir dalga oyuğu gibi dışarıya çarpıp içeriye bu çarpmadan bir endişe taşıması. Hem “uzak” hem de “yakın”. Ses’in suyun (tarihin) içinde oynadığı bir bağlam var. Uzağı yakınlaştırması, yakının ise yüklenicisi tarafından çekilmesi: kısaltılması ya da uzatılması. Doğal bir ortamda, bütün gürültülerin de uzağında, onları da içeren bir ortam sağlayıcısında “uzak” ve “yakın” arasında bir “ses” uzatmışsınızdır, ne olacaktır?
Tek başına “ses”i aldığımızda bile her üç kelimeye de eşit bir mesafe sağlayacak iletkenlik var. Diğer üç kelime de bağlamına göre ortak bir fikre sahip olabilirler: “uzak” ve “çekilmek”, önlerine kattıklarına göre birçok noktada ortak. Güneş günyüzünden çekildi, ay gecenin yüzünden çekildi ve tekrar güneş günyüzüne çekildi. Seher ve Ayperi. Bir de göründükten sonra yüklenicisi tarafından “gazele” karışan çocuk. Ortak gökyüzü, çekildiği müddetçe. “Uzak” ve “yakın” dönüp duran isli çemberin kadranında. Arada bir yerde: “içimdeki ses”te ne var öyleyse?
Bu noktada, yaşamın belgesel kaydında olduğumuzu da unutmamalıyız. -Bunu unutursak ya da bu belleğin şemsiyesi altında bulunmadığımız bilgisine sahipsek “çekilme” ve “itilme” yaşanmayacaktır.- Örneğin, uzunca bir zamandır çalıştığımız iş yerinden ayrılmak üzereyizdir ya da ev ile ilişkimizi kesmek zorunda kalmışızdır. Bir fotoğraf ya da eskiden kalmış olan bir mektup. Gar, otogar, evin önü…Baba ve çocuk. Eşlik eden güneşin günyüzünden çekilmesi, ayın geceyüzünden çekilmesi. Uzak. Çekilmek. Giden rahat olsa bile kalanın bölünmüşlüğünü de görür giden. “Uzak”ı anlarız, dolayımlarız. Zihnimizdeki işaretlerine, bağlamlarına müraacat ederiz. En azından, zaruri bir çözüm olarak “yakın” ile mukayese edilebilme kolaylığı sağlar.
Ama bir radar faaliyet olarak “çekilme” yaşandığı anda ne yapacağızdır? “Yakın” ve “uzak”ı handiyse körleştiren bir mesafeye ulaşılmıştır. Kutuplar arasında iletken olan “ses”in mesafe ölçerliğine tekrar dikkat edelim? Kelimeyi kullandığımız anda “olay yerinde” müşâhede edilecek yetiye de sahibizdir. Oysa “çekilmek”, “itilmek” gibi, kutbunu da doğrudan rapor etmez. En fazla bir “sorun” bizi oraya itmiş ve “çekilme” aktif bölgede müşâhede edilmeye başlanmıştır. Pasif bölgede “itilme” olabilir ve bu noktada taraflardan sadece birine yakın ve tarafızdır. Oysa “çekilmek” aktif bölgede her iki tarafın da pekliğini gözetmek istiyor burada.
Oysa bunlar yakındılar. Uzağın ve çekilmenin oluşması için denge yitiminin, öyleyse de yerkürenin aynî dolaşımda ağır aksak hâlâ bulunuyor olması gerekiyordu. Bir çekilme oldu. Öyleyse bir mesafenin mutlaklığı, kapanmazlığı söz konusu. Ses’in ölçerliğini de yabana atmamalı. Ve onun getireceği denge ve denkliği de.
Artık bir mesafe olarak bilinen uzaklar ve yakınlar. Oysa bütün döngüyü onaran radar bir faaliyet de var burada: “içimdeki”, yani yüklenmiş olduğum, yakınlaşarak çekildiğim, çekilerek yakınlaştığım. Her ikisini de aynı anda yapabilmemi sağlayan doğal ortam sağlayıcısı olarak da “ses” var. “Ses”in varlığı da yetmiyor, bir de eklemlendiğim onunla bildiğim ve bilindiğim “içimdeki” var. Tıpkı coşkusunu eklemleyen suyun kıyıyı dövüp durması, suyunu kıyıya taşırması gibi mi?
Suyun içindeyiz ama denizin ortasında değiliz. Henüz eşikteyiz, suyun aktif bölgesinde, denizin ise pasif bölgesindeyiz.
“İçimdeki ses uzaklara çekilmişti.”
Kazağın çekilmesi, filmin çekilmesi, dertlerin çekilmesi, of’un-ah’ın çekilmesi, sonra günlük yaşam pratiklerine dair şemsiye bir kelime: “iç çekmek”. Cümlenin aktif bölgesinden devam edersek: “içimdeki ses”, “uzaklara”, “çekilmişti”. Nasıl? Kısalarak mı? Uzayarak mı? Yani, bölgedeki uyarıcıların ortam sağlayıcıları olmasında katkıları nedir? Cümle şöyle de olabilir, ama bununla neyi kaybetmiş olurdu? “Uzaklar içimdeki sese çekilmişti.” Tarih fikrini gözardı etmiş olur. Yani âzamî bir güç noktasındaysa onu da eliyle tersyüz edecektir. Ama burada her ikisinin de bileyleyicisi bir
kelime daha var ki, o da “…ama kimsenin göremediği, bilemediği ve dokunamadığı”, (2003, Sonsuzluğa Nokta, s. 8) eylem tiplerinin yüklenicisi olan “içimdeki” kelimesi. Pasif bölgede yaşanan ve nihayetinde şimdiye nakli gerçekleştirilen bir “itme” kuvveti. Bu “itme” eylemi hafızada kayıtlı bir levha.
Hâlâ, suyun içindeyiz ama denizin de ortasında değiliz.
Öyleyse ses,
“İçimdeki ses uzaklara çekilmişti.”
“Ses” mi gönderiliyor, “uzak” mı yakına “çek”iliyor? Deneyim ve öykütarih ne söyler bize? Marx, “tarihlerini” ve “yaşamlarını” bağlamına göre oynamak zorundadırlar, atıp yenisini “icat” olarak kuramazlar, diyordu. Öyleyse içeriden, bir ayaklanma ile kurulması ya da Marx’a da riayet ederek “sürdürülmesi” gerekecektir, ona karşı ve ona rağmen. Ama “ayaklanma” gibi bir kelime de kendi yalnızlığını da bileyleyici olarak kullanacağı bir bağlamda ikamet ediyor olmalı, yani ilkin kalabalıklaşması gerekecekti. Öyleyse bir mesafenin tekinsizliği, toplanmaya ve büzülmeye dair. Bir sağ kalıp kalmama mücadelesinin de yüklenicisi olan Turgut Uyar, ustalığın korkulu olan tarafındaydı, ancak öyle cenk edebiliyordu: “Okuyana bildiği kelimeyi birden yadırgatmak […] Kelimeleri tedirgin etmek. Örneğin ‘duvar’ sözünü on yıl, yirmi yıl, elli yıl sonra başka bir anlamda yeniden bulmak, sevmek. Ama bunun sonu bir çıkmaza varamaz mı. […] Güçlü kişilerin bu işin üstesinden geldiği tellim görülmüştür. Bir yığın örnek var. Başaramayan, tuttuğu yolun sapıklığından değil, güçsüzlüğünden kaybetmiştir.” (Korkulu Ustalık, s. 262) Kelimeleri tedirgin etmek, gibi bir iddia bile yetmez bu noktada, eylem ile yapmak, göstermek zorundasınızdır. Ama zaten oraya gelene kadar, şimdi bu cümlenin kurulduğu aktif bölgenin gerisindeki pasif bölgeye gitmeniz “sapıklık”, “güçsüzlük” bunalımını, öykütarihini yaşamanız, bir potansiyel olarak da siz de “öteden beri duran tatlardan” biri olmalı. Bunun kavgası, mücadelesi, eylemi yaşanmamış mıydı? Orada yaşanmıştı. Burada da yaşanmıştı. Şuydu: “bir elma hangi nakışa yakışırsa/oradaydı yaprağın ölümü” (1993, Yalnızlıklar). Ama bu sefer de sahiden o yaşandığı haliyle yaşanmıyordur.
Yüklenicisi olduğu kavganın belleğinden çıkarak, o bellekle birlikte de hafifleyerek yaşanıyordur bu defa da. Zira mücadelenin de hafifleştiğini biliyordur çekilmenin yüklenicisi. “Çekilmek” gibi bir kavram da bu noktada sahiden Hasan Ali Toptaş’a ve onun öykütarihine dair güçlü bir itme ahvalidir.
Zira, denizden çıkıp geldiği bilgisinin eşitinde bulmuştur denkliğini ve pekliğini. Bu noktada Marx’a dönersek, “yapmak” faaliyetinin değil ama “çekilme” eyleminin yaşandığını gönül rahatlığıyla kabul edebiliriz. Ama asıl soru da burada başlar, neyin nesidir bu?
“Eve geldiğimizde bir penceresiyle dağa, bir penceresiyle sokağa bakan büyük odanın ortasına yer sofrası hazırlanmış, çay demlenmişti.”