Biliyorsun işte, ben dünyaya gözlerimi Oğuz Atay'la/senle açtım, o giderilmez eksikliğimi giderilmez eksikliğimle örebilmek için. Ama bütün bunlar basit bir hesap kitabın işi de değildi. Yahu ne menem bir halta yarıyordu bütün bunlar sorularına cevap bulabilmek içindi. Güç bir soru ve sonsuzca boşlukla-boşlukta verilebilecek cevaplar artık bunlar. Hem artık bunu tek başına edebiyatta yapmıyor. sosyolojinin, tarihin, felsefenin, psikolojinin hepsi yapıyor. Aramak. Denk gelirse bulmak da değil. Eşelemek. Ama yetmiyor, görünür kılmak! Neyi görünür kılıyorsun ki? Zaten ortada herşey! Meşgul olmak zorundayız, bütün bu arayışı mesleki bir pratik olarak tesis eden zanaatler var şimdi, elbette ellerinde çekiç, tornavida, testere yerine kavramlar var, onlarla pekala bu işi gördüklerimiz konusunda hemfikir gibiyiz. İş görüyoruz bu dünyada, bir şeylerle uğraşıp bir şey uğruna döndürüyoruz kazanı. Edebiyatın kazanı çok büyük, sen de hak verirsin buna öyle değil mi? Diğer meslekler belli bir özerklik tesis etmek zorundalar, sürekli karşılarında dikilen kötü insani yatkınlıklar-alışkanlık söz konusu. Onları edebiyatta da bulabiliyoruz, aşmak çok güç. Ama edebiyat başka sanki. "Edebiyat yapma" diye bakkallarda, kahvehanelerde hatta ve hatta okullarda yetmişyedimilyon tane bahis dönüyor. Tuhaf işte, alışmak zor. Bir yerden başka bir yeri özleyebilmek gibi deli saçması hadiselerim var benim, biraz biraz toparlanıyorum. Galiba bu toparlanmanın yakın bir mesai arkadaşı var güç sözcüğünde bu da. Seni okumam henüz erkendi, azgelişmiş bir babanın azgelişmiş bir oğlu olarak henüz seni okumak erkendi, öyle tembih etmişti felsefe hocam. Eee biraz bekledim, sonra okudum kitabını. Sonbahar'dan Kış'a doğruydu, yeni taşındığımız evin balkonunda masanın üzerindeki muşambada okudum seni, dışarıda rüzgar vardı, aynısı içeride de vardı ama sessizdi. Öyle başladı bütün bunlar ve hep devam etti, o lahzalardan hatırladığım dışarıda rüzgarın olduğu ama bu rüzgar çoktandır içerideki rüzgarla hareket etmeye başlamıştı. Çoktandır okuyamadım seni, açamadım kitaplarını, korktum galiba. Toyken okumak kolaydı seni, asıl iş zamanlararasında okumaktı. Korkuttu beni. Mahcubum. Ama birden aklıma geldin, saatin herkesin öldüğünü söylediği bir vakitte -yani aşağıyukarı 05.00'de- aklıma geldin. Babana yazdığın mektubu internette gördüm, okudum. Benim mi seni terk ettiğimi yoksa senin mi benim çaresizliğimden beni terk ettiğini düşündüm. Bence sen beni terk ettin. Haklısın, kendimin dışına çıkınca mesafeyi açmış oldum. Ama ne yapayım bir yerden tutmak ve başlamak zorundaydım. Gene bütün bunlar oluyorbitiyor, bitmiyorolmuyor, sürüyor. sürecek, ilelebet. Ha, bir vakitte sana olan özel bir mektubumu yazacağım, inşallah mahcup etmem kendimi sana karşı.
Böyle, henüzlerle uğraşıyorum. Bir vakit geçsin diye öbür vakti kolaçan ediyorum geriye pek birşey kalmıyor. Özleyecek yüzüm olsa özleyeceğim seni!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder