Soluk alıp vermenin tünellerinde üzerimize matuf bir yalnızlıktır söz konusu olan, içinden geçerken karanlığına ne yapıp edip tutulmak zorunda olduğumuz o deruhte tünel bizizdir, Herakleitos vari bizizdir. Bu biz olma halini henüz dile aksettirememiş olmamızdan dolayı etrafta dolanıp durmaktayız. Kimimiz lunaparkta akşamları burayı mesken tutan kimsesizlerden habersiz eğlenip dururlarken, kimisi kalabalık bir grup halinde karşıdan karşıya geçmenin yeşil ışığını bekliyor olur. Kimimiz neşeyle veya keyifle evinden çıkıp hiçbir alet edavat olmadan pazara kadar gitmeyi özgürce yaşar, kısacık bir şehrin dolaysız yeşil ışığıdır onu bekleyen. Henüz şurasında veya burasındayızdır tünelin, o tünelin içinden neşeyle, keyifle veya yaşlı bir kederle geçip gideceğiz, ayağımızın ucunda tren olacak, bir yerden bir yere tren olacak, biz de taşıdıklarımızla, anılarımız veya hayallerimizle bir yerden bir yereye matuf bir yalnızlığın trenini taşıyor olacağız, sırtımızda veya kamburumuzda veya henüz dile aksettiremediğimiz yalnızlığımızda. Gellner’in şu basit ama özgün sözü epey düşündürücü, hem trende düşünmek bir iş edinmedir; “Gerçekliğin bir yansıması olan dil yalnızlığa, kültürel bir faaliyet olan dil topluluğa götürür…” [Buradan edebi metnin veya edebiyattaki üretimin nasıl şekillendiğine dair bir hat çizilebilir, benim çok sonradan yapmaya çalışacağım şey en çok da bu olacak galiba.]
Falanca şeyin adını henüz andım, falancaya dair sevgimi henüz rafına dizdim, falancaya olan ilgimi ve nefretimi henüz andım. Düşündüklerim, maksadım ve varlığımla henüz bu trenin içindeyim ama yer yer tren ayağımın ucunda, yönü ve mukavemeti belli…
Ne yapıp edip olan veya olmayan herşeyi dile aksettirmem gerekiyor, henüze rağmen dile aksettirmek zorundayım. Varlığın en az tren kadar yönü ve mukavemeti orayı işaret ediyor, hem zaten varlığın veya öteberinin bilmem kaçıncı istasyonundayız…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder