Demet Ş. Dinler’in 2007-2011 yılları arasında sokakla yakın bir bağ kuran ve onlarında neredeyse işsiz-işçi (bu kitapta işçilerin deneyimlerinde de geçtiği üzere onlara tuhaf tuhaf bakanların hatta “apartmanın bilmem kaçıncı katından bağıranların”) kategorisinde görülebilecek konumlarına ilişkin “teknik-takib”e aldığı “geri dönüşüm işçilerine” dair veriler ve o verilerin huzursuzluğu üzerinden işlenen ve kendilerinin bütün bunları “..... denemesi” olarak adlandıracak güçsüzlükte hissetmesine yol açan kitab-denemesi “İşçinin Varlık Problemi”, Metis Yayınlarından “taze çıktı” kategorisinin ilk numalarında yer alıyor; (Ekim 2014). Kitap mevzuunun kendi huzursuzluğunu taşıyan bir başlığı y(t)aşıyor. Kitabın kendi huzursuzluğu toplumsal yaşamı anlamaya çalışan, hatta mecburen kimi kimi yorumlama görevi bile düşen sosyal bilimcilerin karşılaştıklarını, bunun olası kazanç ve yıkımlarını, en çok da duygusal yıkımlarını konu ediyor, hatta “düşün idmanı”nı sürekli yapan bir insan için mevzuu da ediyor. Ama mesele hiçbir vakit bu kitaptaki verilerle-olaylarla, akışlarla karşılaşmakla veya çok uzaklardan ama tam da okur olarak okumakla/hissetmekle bitmiyor, daha çok başlıyor, ürüyor, yeniden ürüyor. Kendi ayaklarında yükselmeye başlıyor en çok da. Öğrenme nedir ve bu öğrenmeye dair “hissi kalbe vuku” bulan şey, neyi düşünme-”düşünce idmanı” yapmaktadır, kalıyor, geriye, en çok da ileriye; bütün bunları okur olarak okuduktan sonra. Orası güzel bir sığınak, biraz içine girelim isterim.
Peki kitabı okumaktan çok, bu kitabı okumak “ne gibi bir görev verir bize” gibi kendisini bize yaslayan yer yer toslayan bir soru sormak bizi endişelendirmesin mi? Endişelendirdi, kafamızda yumurtalar kırdı, kimisi çok pişti, kimisi az pişti. Çok pişen ve az pişen yumurtalarla/sorularla veya bu kitabı okuduktan sonra sorulan sorulardan -en (gayri) ciddi- olanıyla başlayalım. Bu kitabı okumak ne demektir veya niçin okuruz? Bunu göğüsleyebilecek bir nesnelliğe sahipsek kitap bir süre sonraya sadece okunmuş olarak kalıyor, en fazla. Bu kitabı sosyal bilimsel bir alan içinde okuyan bir akademisyen mesela en çok da bu kitabı okuduğundan sonraya sadece okumuş olarak kalacak, zaten bilir ki “aşağı yukarı düzen böyle gitmektedir”, demek üzere olacaktır, nesnelliği var ne de olsa, demek düşer biz okur-öğrenciye. Sosyal Bilim öğrencisi içinse, özellikle Sosyoloji bölümlerinde okutulan derslerden geçen “kaynakça”, “ders anlatmak”, “yöntem”, “sınav”, “sunum” ve vesair tekniklerinin hepsini birden göğüsleyebilecek bir dersi, tedricen öğrenime dair bir ders veriyor. Bizce bu çok pişen yumurtalardan olan asıl mahiyet burada/burasındadır. Öğrenime dair, ‘tedrici bir öğrenime dair en çok da ne öğrenir bir öğrenci’ sorusunun yağmurlu gününde açılan şemsiye en çok da bu gibi sorular üzerinden korunacak/kollanacaktır. Bu okur denilen sözcüğün, “ne halta” yaradığını bu kitap üzerinden ayrımlaştırmak mümkün, bütün bunları (yumurtaları işte) kafamızda kırmaya başladığımızda/yazmaya başlayınca en çok da bu benim aklımı çeldi, aklımı yeldi-aldı. Kitap okuma eylemine müşahhas bir değer atfeden bu okur hattında yollar nedir, ayrımlar nerededir’i evvela çok pişenleri/yumurtaları/soruları servis edeyim istedim. Başlıkla birlikte düşünürsek, öğrencinin/akademisyenin varlık probleminden nasıl ontolojik/(etnolojik) problemine geçebiliriz’di, düşünmek üzere olduğum ve aslında “kitabı tanıtmak” isteğimde “dur dur, bu da var” diye kaşını çatan mevzuu budur. Bu bir yerde dursun, zaten varlıkta hatta kuramsal çatışmayı adlandıran ontoloji de ne yapıp edip bir yerde durur, durmak üzredir…
Yazarında aklını çeldiği, bizimde az gidip uz gitmemizle uzun süredir aklımızı çelen ama nasıl anlatılması gerektiği konusunda müfreze birliklerimizi henüz toparlayamadığımız duygusal serüven, duygusal yakınlık, uzaklık-bağ/ağ veya daha çok Bourdieucü bir hattın sağını solunu kolaçan ederken tesadüfen duygusal sermaye kavramının başımızı döndürdüğü (ama ondan da çok önce Spinoza ve Ulus Baker’in düşünceleriyle haşır neşir olurken, ama gene asıl olarak bu da değil, kendi eksikliğimizi adlandırma uğraşına düştüğümüz bu derin sevdadır) bir hatta, işçinin de varlığını daha daha gidimsel bir sözcükle duygusunu nasıl üretebildiğini soruyor. Akademisyenden/profesörden farklı olarak bir işçi, göz göre göre diğer sermaye türlerinin düşüklüğünü de hesap edebilirsekse/göze aldığımızda (- ekonomik sermaye ve - kültürel sermaye) duygusal sermayesini üretebilir mi ki? Asıl soru bu, kitapta yolculuğu yapılan soru farklı bir açıdan bu hattı takip ediyor gibi. Onca verinin hır güründen basit veya tedrici olarak soru sormak ne de olsa kolay bir süreç bir “okur” için, biz hem kitaba dair bir tanıtım hem de duygusal sermayenin üretimi konusunda mesleksel olarak düzenlenmiş kuralları, duyguları, yatkınlıkları vesair vesair sözcüklerle düzenlenmiş işlergerçeklikle birlikte düşünmeyi öneriyoruz. İşçinin duygusal sermayesini üretmesi, üretebilmesi çeşitli ve farklılaşan ama çokça da adlandırıldığı gibi “neredeyse hiç olmayan” sermayesini üretmesi diğer sermayelerinin ortak bir havuzda yıkanmasıyla olacak bir iş gibi durmasına karşın, kültürel sermayesinin güçlü, ekonomik sermayesi görece zayıf olduğu akademisyen/profesörün veya görece kültürel sermayesinin zayıf ama ekonomik sermayesinin çok güçlü olduğu “iş adamının” duygusal sermayesini, bu anlamda yaşamı olası bir kopukluk veya heyecanında nasıl kullandığına dair işçiyle karşılaştırabilmektir. Bu bağlamda “Ali Ağaoğlu kendi sermayesine bağlı olarak duygusal sermayesini nasıl üretir” gibi çarçabuk-biçimsiz bir soru yerine, mesleksel olarak ve yerleşikleşmiş, kimi kimi kült olarak adlandırılması gereken adap biçimlerinde mesleksel üretim nasıl gerçekleşiyor, buna bağlı olarak üretime dair üretken koşullar nasıl bir uzama sahiptir. Daha (belki de) açık olarak insanın bir mesleki kategoriyle özdeşleşmesinin ürettiği/tükettiği nedir, biri için burada veya şuradayken bir başka mesleki kategori için “nerededir” sorusudur. Mimarın bir müzisyenden, ressamdan farklı olarak ürettiği uzam nedir? Bu her iki sermaye türünden göz göre göre ama görece yoksun işçi duygusal sermayesini nasıl kullanabilir ve bu kullanım ne kadar uzaklara gidebilirdir? Kitap buna dair sorular sormama çok daha fazla yardımcı oldu. Ama bizatihi kendi yapıp-etme, etnografik telaşa düşme eksikliğimden ötürü burada kesintiye uğruyor. Ama kitabın bu tür soruları çok daha canlı tuttuğunu düşünmekteyim. Bu bağlamda işçilere “kaykay yapmasını” öneren, yazı yazmayla yakın bir bağı olanlara “şiirler-yazılar yazmasını” isteyen yazar/araştırmacı/etnolog Demet Dinler kitapta bunlara gücü yettiğince de yer veriyor.
Kitap umudu ve iyimserliği kuvvetlendirdiği kadar kötümserliği, dümenimizin önüne aniden çıkıveren “battal kütle”yi de çıkarıyor, zaten arka kapak tanıtım yazısında kitabın neyi bahis ettiği çok şık anlatılmış, orada yazan şeyleri bir okur olarak biz de hissettik. His denilen mesele bir süre daha aklımızı çelecek, ama bilginin donukluğundan, neşeli veya hüzünlü suratındansa hissin yıkımı, çalımı, kazancı daha evladır. Etnografi en çok bunu öğretir, deneyimi ve ondan sonra idare etmek zorunda kaldığımız denetimi...Bu kitabı okuduktan sonra yediğim yumurtalar böyledir, bu yönde kendisini kırdırmıştır...Yazara şükran borçludur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder